28 Ekim 2015 Çarşamba

Arabayla Plovdiv-Sofya


Sonunda seni bulabildik Plovdiv…Eski adıyla Flibe olan bu güzel Bulgaristan şehri bizim ilk göz ağrımız oldu. Günübirlik Rodos ve  Batum  şehirleri gezisi dışında ilk kez yurdumuzdan farklı bir yerde gözlerimizi açacağız yeni doğan sabaha…Kafamıza koymuştuk bir kere, kendi aracımız ve kendi çabamızla gezecek kendi gözlerimizle görecektik yeni yerleri… Kapıkule’den sonra çift şeritli dar bir yoldan ucuz kaşar tabelalarının olduğu köylerden geçe geçe 2 saatte vardık Plovdiv şehrine…Vardık varmasına ama ne nazlı şehir bu Flibe…Kaç kez geçtik seni baştan başa , nasıl da pişman olduk navigasyon almadığımıza…Ta ki bir alışveriş merkezinde soluklanıp, oğluna; ‘ Efe’  diye seslenen bir anneye şehrin girişini sorana kadar. Meğerse gezilip görülmesi gereken eski şehir yeni şehrin üstüne saklanmış… Bir günde gezer, geceye Sofya’ya ulaşırız derken bizi öylesine içine çekti ki; burada bir gece kalmalıyız dedik. Önce arabamızı eski dar sokakların, taş yolların olduğu bir aralığa park edip Osmanlı evleriyle dolu sokaklarında bir süre gezindik. Soluduğumuz nefeste tarihin ve sanatın kokusu gizlenmişti sanki… Heykeller ve resimler öylesine renk katmıştı ki şehre; ne fazla ne de eksikti… Duvarları resimlerle süslü eski binaların olduğu yollardan yürüye yürüye vardık Cumaya camisine… Namazlarımızı kıldıktan sonra caminin imamı ile görüşmek de nasip oldu. Ondan cami ve şehirle ilgili birkaç bilgi, nerede ne yemek güvenlidir ile ilgili birkaç tüyo alıp belki de şehrin en hareketli caddesinde başladık yürümeye… Caminin hemen yanında eskiden antik tiyatro şimdi ise restoran olarak kullanılan, bir kısmı yeraltında gizlenmiş bir yapıdan, bakalım burada ne varmış diye dolaşıp çıktık ve başladık sağlı sollu dükkanların ve birbirinden güzel binaların olduğu trafiğe kapalı Knyaz Aleksander caddesinde yürümeye… Keşke kışın soğukta gelseydik diye diye ,sanki yolumuzu şaşırıp bir defilenin ortasında yanlışlıkla podyuma çıkıvermişiz gibi hissettiğim ama içimizden birinin halinden hiç şikayetçi olmadığı güzellerle dolu Knyaz Aleksander caddesinde yürümeye…. Birkaç hediyelik eşya, birkaç da dışarıdan bize ilginç görünen dükkanları keşfettikten sonra, caddenin ortasında bizi karşılayan Mc Donald’s dan dondurmalarımızı alıp soluklandık..İlk kez fişteki şifre ile lavabonun kullanımını burada öğrenmiş olduk.


 Güzel meydanların, parkların ve ağaçlarla bezenmiş yollarında yürüdükten sonra birden bastıran yağmurdan kaçmak için sığındık postane binasına… Yanımıza oturan şık giyimli yaşlı teyze bize dakikalarca neler neler anlattı, anlamasak da… Ama ne o vazgeçti anlatmaktan ne de biz sıkıldık dinlemekten… Yağmurun dinmesiyle İmaret Camisine ulaşıp ikindiyi kıldık ve hemen yakınında olan Novotel Plovdiv’le görüşüp, bizim için vazgeçilmez olan rahatça uyuyup dinleneceğimiz, günün yorgunluğunu atabileceğimiz güvenli yer sorununu hallettik… Şimdi sıra karnımızı doyurup arabaya ulaşmak ve görmemiz gereken yerlerin bir kısmını yarına bırakmaya geldi. Cuma camisinin hemen arkasındaki sokakta bulunan duvarında helal sertifikası olan Sofra Restoran’da ekmek arası döner ve patates kızartası yiyip başladık arabamızı park ettiğimiz sokağı aramaya… Farklı sokaklardan gidip yeni yerler görelim derken Etnografya Müzesinin kapanış saatini yakaladık, içine şöyle bir bakınıp kızımız için lavaboyu kullanmamız gerekti. Bizi bahçesinde bekleyen babamız bir baktık ki biz çıkana kadar kapanış saati geldiği için kapının dışına alınmış… Bahçede gözlerimiz onu ararken bize duvarın dışından seslenirken bulduk… Kural kuraldı… saat de 17:00… Yeni yerler görelim derken, o kadar çok farklı sokaktan geçmişiz ki, arabamızı bulduğumuzdaki sevinci tarif edemem…Neyse otele ulaştığımızda hava tam kararmamıştı ve biz de çevreyi keşfetmek için tekrar dışarı çıktık, yakındaki Billa Market’ten gece ihtiyacımız olabilecekleri aldık ve geç saate kalmadan odamıza döndük…


 Ertesi gün,şehrin ilk şaşkınlığını üzerimizden atmış olarak daha emin adımlarla dolaştık Filibe’yi… Bir de tepelerden baktık şehre; Nöbet Tepe ve saat başı çan sesleriyle yankılanan Saat Tepe…Knyaz Aleksandra caddesine doyamadık bir daha yürüdük… Eski Osmanlı evlerinin içindeki Çan kulesine yönelen merdivenleriyle dikkat çeken Sveta Marina kilisesini ve hala kullanımda olan Antik Amfi Tiyatroyu ziyaret ettik… Cumaya camisine tekrar uğradık. Caminin hemen arkasındaki banklarla çevrili parkta, yerdeki anlamını kavrayamadığımız yazılara bakarak maden sularımızı içtik. Burada karşılaştığımız Türk asıllı Bulgar gençle sohbet edip Bulgaristan da Türk olmanın farklılığını ve yaşadığı sıkıntıları dinledik. Parkın hemen arkasındaki hediyelik eşya dükkanına bir göz atalım derken, ufacık, sıkışık tezgaha dizilmiş küçük bardaklardan birini yerle kavuşturduk, neyse ki esnaf ablamız çok nazikti ve biz de, biraz da hatamızı telafi etmek için güzel bir Bulgaristan tabağı alarak oradan ayrıldık.  Biraz da nefes alalım daha doğrusu aldığımız nefese nefes katalım diye eskiden kabristan olduğu rivayet edilen  Centralna  parkına yöneldik… Burası park sa bizdekilere ne ad verilir bilemiyorum… Sanki ormanın içine gizlenmiş yürüyüş yolları ve çocuk parkları ve bu parkın bir çok köşesinde kuytuda tek başlarına yada arkadaşlarıyla oturmuş saatlerce karşılarına bakıp resim çizen sanat aşığı gençler…Aynı bizim parklarımızdaki(!) gençlerimiz gibi(!)… İçimizdeki imrenme duyguları ve kızımızdaki çocuk parkının sevinciyle doyamadan bitirdik bu güzel şehri… Ertesi gün rotamızı  Sofia ya doğru çizmek  üzere otelimize geri dönüyoruz. Yeni bir gün, yeni bir şehir…


S O F Y A

     Plovdiv’den yaklaşık 2 saat sonra vardık Sofya’ya… Yol düz virajsız otoban, Edirne Plovdiv arası dar köy yollarından sonra burası bize ‘yol medeniyettir’ sözünü hatırlattı. Hız sınırı maximum 120 ancak yoldaki trafik sanki denizin dalgaları gibi. Tüm araçlar hızla seyrederken birden yavaşlıyorlar ve bir süre sonra yine aynı hızla devam ediyorlar. Anladık ki burada yerleşim yerlerindeki hız sınırı uygulaması dikkat edilen bir kural. Biz de o akıntıya kapılıp Sofia Novotel’e ulaştık. Daha öğle bile olmadan şehrin oldukça dışındaki bu otelde sadece bir oda kalmış. Şanslı olduğumuzu düşünüp hemen yerleşiyoruz. Yeni açılmış olmasından mı bilmem ama bizce burası Plovdiv Novotel’den çok daha profesyonel. Genelde iş ziyaretleri için kalındığını öğrendiğimiz bu otelde sanırım tek çocuklu aile bizdik. Kızımız için aslında bu bir kâbus, ancak otelin ona özel ufak hediyeleri bu kabusu bir anda bozuyor ve yol boyunca süren can sıkıntısını unutturuyor. Şehrin bu kadar dışındaki bu oteli tercih etmemizin nedeni metro istasyonuna 15 dak. yürüme mesafesinde olması ve zincir otellerin standart kalitesi ve güvenilirliği. Sanırım kalınacak yer konusunda fazla titizlenen ve işimizi riske atmayan bir aileyiz.  Odada biraz dinlendikten sonra fazla vakit kaybetmeden,  meyve ağaçlarıyla sıralı yolu takip ederek Expo Centre’daki( ki burası son durak) metro istasyonuna  ulaşıyoruz.  Dönerken belki sıra çok olur beklemeyelim diye çifter bilet almışken, görevli bayanın arkamızdan seslenmesiyle yanlış bir şeyler olduğunu anlayıp geri döndük. Garip bir şekilde anlaşıp, genelde el kol hareketleriyle, biletin alındıktan sonra 30 dak. geçerli olduğunu kavrayıp dönüş biletlerini geri verdik. Bizde Bulgarca yok, onda İngilizce, onu da bırakın alfabe bile farklı, yazık kadıncağız bize anlatana kadar akla karayı seçti.   Yabancı bir ülkede ufak bir meblağ da olsa bize doğruyu anlatmak için gösterdiği çaba önemsenmek adına bizi açıkçası çok mutlu etti. Bulgar halkı ne kadar soğuk duruş sergilese de abartısız yardımsever bir millet. Eşimin dil konusundaki beni hep rahatlatan o sözü aklıma geldi; ‘insanlar yeter ki anlaşmak istesin’. Metronun içindeki güzergah duraklarını takip ederek merkezdeki  Sofya Üniversitesi durağında inip, çıkıştaki alt geçidin içinde bulunan Turizm İnformation’ dan haritalarımızı ve şehirle ilgili broşürleri alarak çıkıyoruz yola. İlk günkü şehir yabancılığımızı atıyoruz Aleksandr Nevski Katedrali ile…  İçi de dışı gibi muazzam bir yapı.  Dışının heybeti, canlılığı ve renklerinin yanı sıra içindeki tütsü, mum kokularıyla sisli, ruhani bir tat barındırıyor sanki. İçindeki bu mistik havayı soluyalım derken kulağımıza aşina kelimelerle dolu bir turist grubu giriyor içeri. Hemen katedraldeki görevli, bir ona bir buna koşuşturup sessiz olmaları ve fotoğraf çekmemeleri için çırpınırken,  biz de biraz daha gömülüyoruz oturduğumuz sıralara. Bir süre sonra tekrar sakinliğe kavuşan katedralden ayrılıyor ve birbirlerine çok yakın olan Aslanlı Heykeli ve daima ateşi tüten  Meçhul Asker Anıtı ziyaret ediyoruz.   Daha önce hikâyesini okuduğumuz Saint Sofia Kilisesi ve o meşhur ağaçtaki çanı da hemen burada.
     Banya Başı Camisine doğru ilerlerken parkın içine kurulu komünist dönemden kalma; askeri kıyafetler, savaş malzemeleri ve o zamanın ruhunu içinde saklayan antika eşyalarla dolu  Filea Pazarına düştü yolumuz, burnumuza gelen  keskin yağlı boya kokusunun nedeni burada gizli. Koca bir duvar dumanı tüten tazelikte ikonalarla bezenmiş bekliyor müşterilerini. Bir de bakmışız, pullar için pazarlığın içerisindeyiz. İlk fiyatın yaklaşık onda birine düştükleri sırada ayrılıyoruz oradan. Açıkçası ne kadara alabilirdik merak ediyorum. Gün boyu gezerken sırt çantasında saatlerce taşıyıp sağ salim eve ulaştırabileceğimiz şeyleri alabiliriz ancak. Biraz ilerleyince soğanlı kubbeleriyle dikkatimizi çeken Aziz Nikolas Rus kilisesinin yanından geçiyoruz. Biraz Rusya, biraz Avrupa, biraz Osmanlı ve biraz da Ortadoğu tadı var Sofia’ da. 
     Banya Başı Camisinde bizi tadilat karşıladı. Namaz kılınabilecek alan ayrılmış. Açıkçası Rodos’ ta virane, zamana terk edilmiş yıkık dökük camilerimizi gördükten sonra bize denk gelmiş olsa da sevindik bu tadilata. Ekibin Ankaralı mühendisiyle ayaküstü sohbet edip, yemek yiyebileceğimiz yerlerle ilgili tavsiyeler aldık. Ama önerdiği Türk lokantalarına dışarıdan göz atıp başka bir yerde yemeliyiz diyoruz. Geri dönüp hemen caminin karşısındaki, eskiden tren istasyonu olarak kullanılan şirin mi şirin Kapalı Pazar Central Market Hall’ le böylelikle tanışıyoruz ve açlığımızı yatıştıracak leziz üzümlü çöreklerinin, taze sıkma portakal suyunun tadına varıyoruz. İnsanın düşünürken bile damağına gelen bir lezzet. Bu tatta çörekleri bir de Batum’ da yemiştik sanki. Yeşil Bulgaristan, gün içerisinde kısa süreli yağmurlara alışmak demek.  Dışarıdaki biz pazara girerken başlayan yağmur hafif hafif azalırken dolaşıyoruz pazarın içini. İki katlı, yan yana sıralı dükkânlarıyla, gürültünün olmadığı, güzel kokularla bezenmiş, insana keyif veren bir pazar. Yağmurun dinmesiyle çıkıp, karşı çaprazında bulunan Tsum alışveriş merkezine giriyoruz. Burası;  kalabalık olmayan,  sakin, elit havası,  işlemeli duvarları ve büyüleyici avizesiyle kalıyor aklımızda. 
Devam ediyoruz ve görkemli binaların Aziz Sofya heykeliyle buluştuğu alana kavuşuyoruz. Komünist Parti Merkezi ve kapısında özel üniformalı iki askerin nöbet tuttuğu Başkanlık Sarayına doğru karşıdan karşıya geçelim derken ayağımızı yola atmamızla, metrelerce uzaktan bizi fark eden, polis memurunun uyarısıyla geri çekmemiz bir oluyor. Meğerse buralarda bir yerde alt geçit varmış(!).  Nöbet tutan askerleri hayranlıkla inceleyen kızımızı biraz daha yaklaştırıp, biraz tedirginlikle çekiyoruz fotoğrafını. Neyse ki bir şey diyen yok. Başkanlık Sarayının bahçesindeki Aziz Geroge Rotandasının etrafında dolaşıp, yan kapıdan Aziz Sofia Heykeline ulaşıyoruz. Acıklı bir hikayesi var Sofia’ nın.  Bu hikayeye uyum sağlasın diye midir bilmem ama heykelin arkasındaki Sofia şehri de acıklı. Önündeki yapılar kadar düzenli ve sevimli gelmiyor bize. 
Gölgeleriyle kavurucu sıcağı fark ettirmeyen ağaçlarla dolu caddenin sonunda varıyoruz Vitosha Bulvarına. Sağlı sollu dükkânların, restoranların ve cafelerin olduğu, müzik sesleri ve keyifli vakit geçiren insanlarla bezenmiş, manzarasını Vitoşha Dağının siluetiyle tamamlayan eğlenceli bir cadde. Çörekleri eriteli çok oldu. Ne yiyebiliriz diye bakınırken caddenin sonunda köşedeki Garden Pizza bizi içine çekiyor. Koca bir vejetaryen pizzayı paylaşırken, atıyoruz keyifle geçen bir günün yorgunluğunu üzerimizden. Şimdi sıra geldi metro istasyonuna ardından da rahat bir uyku çekeceğimiz otelimize ulaşmaya.
     Ertesi sabah erkenden indik kahvaltıya, biz tabaklarımızı alırken kızımıza boyaması için resim ve kalem hediye etmişler bile. Ufak detaylardan mutluluk sunuyor Novotel Sofia… Bugün bir durak sonraki Serdika’da inip dünkü güzergâhımızın eksik kalan noktalarını keşfetmenin zamanı. İlk hedefimiz kadınlar pazarı. Kadınlar pazarı deyince nedense hep el işleri, danteller vs gelmişti aklıma, ta ki burayı görene kadar. Sebze, meyve, peynir, zeytin, yeşillik, bildiğimiz Pazar, ancak pazarcıların hepsi teyzeler, ablalar. Çiçekçilerin sonuna gizlenmiş, çıplaklığından utanan bir çocuk heykeliyle sonlanıyor pazar. Maria Luiza bulvarıyla çıkıyoruz Mineral Bath’a. Eskiden hamam olarak kullanılan bu yapı şimdi önünde geniş bir oturma alanı ve küçük süs havuzuyla,  etrafında dizili ağaçların gölgesinde serinlik sunuyor insanlara. Burada oturup bekleyen insanlar sanki yıllardır yıkanmayı bekliyorlarmış gibi bir his doğdu içimize, daha doğrusu burnumuza. Hiç böyle bir görüntü hayal etmemiştik sanki.  Çoğu evsiz gibi…  Biraz burada dinlenip, hemen yanında bulunan ılık maden suyunun aktığı çeşmelerden bakıyoruz suyun tadına. Alaşehir’in  Sarıkız’ı kadar keskin değil, biraz acımsı ve ılık.  
     Farklı yerler keşfedelim diye arşınlıyoruz ara sokakları. Aslan başlı bir çeşmeyle karşılaştık mesela. Opera binası ve hemen önündeki ilginç heykelle fotoğraf çekilen birkaç kişinin ardından biz de bu vazifeyi yerine getiriyoruz. Seni bugün de ziyaret etmeden olmaz A.Nevski Katedrali… Sessizlik, serinlik ve biraz mola. Daha sonra kaldığımız yerden devam ediyoruz ve Saint Sofia kilisesinin içerisindeki müzeyi fark edip takılıyoruz görevlinin peşine. Biraz tarihçesi, biraz da eserleriyle, burası ufacık bir yer altı müzesi. Buranın mağara tadındaki havasını da soluduktan sonra, biraz aşinalık kazandığımız bu şehrin sokaklarında daha emin adımlarla yürüyoruz. Kütüphane ve Sofya  Üniversitesinin olduğu yoldan alt geçide girip, Stadyumun yanındaki geniş ağaçlıklı yürüyüş yoluyla  karşılaşıyoruz. O kadar güzel ki; hani hiç bitmesin, saatlerce yürüsem de yorulmam, yürüdükçe dinleniyorum, ya da nasıl tarif ederseniz… Şehrin her yerinde karşılaştık böyle güzel yerlerle. Nefes aldığımızı hissettiğimiz ağaçlık alanlar, parklar ve yürüyüş yolları.  Öyle ki buradaki insanlar ölmezmiş gibi geldi bize. 
 Hayallerimizde yaşayan bu güzel yolun sonunda, kültür merkezinin ortaladığı, büyük bir alana ulaştık. Sanat için toplanmış onca insan burada. Yanlarından geçip, parkta biraz soluklanalım derken karşılaşıyoruz bisikletle gösteri yapıp aralarında eğlenen gençlerle. Biz hayranlıkla onları izlerken, kızımızın ağaçlara bağlanmış kırmızı ipli boncukların peşinde.
Vitoşha Bulvarına girmeden yine Pizza Garden’da karnımızı doyuralım dedik ve artık burada kıdemliyiz. Restoranın arkasındaki yarı açık bahçeli alanı dün açlıktan keşfedememişiz. Hava kararmak üzereyken son kez misafir ediyor bizi Vitoşha, biraz veda tadıyla.
     Günün sonunda metroya biniyor ve bir gün öncesinin tecrübesiyle rahat rahat koltuklarımıza gömülüp son durak Expo Centre’ ı bekliyoruz.  Bir  de bakıyoruz ki metroda kimse kalmamış  ve birileri el kol işaretleriyle çıkmamız gerektiğini anlatıyor. Hemen onları takip edip,  anlıyoruz ki aktarma yapacağız. Yeni gelen metroyla çok şükür ulaşıyoruz, bize güven ve huzur sunan Novotel Sofia’ ya. Ertesi sabah ülkemize ulaşmak için uzun bir yol bekliyor bizi. 
           Ve veda vakti; Seni çok sevdik Sofia, ancak kalbimiz Plovdiv ‘de kaldı…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder