Yeni bir yer,
yeni bir yol, yeni bir heyecan için yine çıktık yollara. Sofya dönüşünden beri
gitmenin hayali içerisindeydik. Karadeniz’ i bir de batıdan görelim dedik, kimilerimiz kuzeyden görmek için can atsa da…
Tekirdağ, trafik sigortası işlemleri için en çok bir saatimizi alır derken, plakanın
yeni kaydı nedeniyle dört-beş saat tur attırdı bize çarşısında. Neyse ki
karanlığa kalmadan çıkabileceğiz yola. Dereköy sınır kapısına kadar yol
muhteşem; çift şeritli, düzgün zeminli. Hiç böyle bir sınır kapısı hayal
etmemiştim. Kuş uçmaz, kervan geçmez derler ya… Birkaç araç ve sakin,
hallerinden memnun görevliler. Biz de çıkmadan son hazırlıklarımızı yapıyoruz.
Bina içerisindeki mescitte namazlarımızı kılıp, Tekirdağ köylülerinden
aldığımız enfes kirazları dışarıda bir köşede oturup midemize indiriyoruz. Küçük bir kontrol noktası ve hemen ilerisinde
yine küçük; Bulgaristan sınır kapısı. Devasa boyutlardaki koyu yeşil ağaçların
arasından, korku tünelini andıran, bol virajlı, daracık yol, kesinlikle gündüz
geçilmeli. Hem manzaranın tadı çıkarılmalı hem de yol da oluşan, uçuruma
sürükleyebilecek küçük heyelanlardan kaçınılmalı… Kimse gelmesin, kimse
gitmesin diye mi böyle anlamadık? Bu ilk hayal kırıklığımızı, ileride ancak
korku filmlerinde ya da kâbuslarımızda görebileceğimiz, tüyleri ürperten,
bakımsız iki köyle perçinliyoruz. Bir an acaba geri mi dönsek diye
düşündüğümüzü hatırlıyorum. Bu iki köyden aklımda kalan tek renk gri… Hatta
grinin yüz elli tonu. Yeni bitmiş bir savaşın rüzgârını takip ediyoruz sanki,
çocukların yüzleri bile gri. ‘’Piyanist’’ filminde başroldeyiz… Bulgaristan bu
köylerini Avrupa Birliğine girerken unutmuş gibi. Tek isteğim, arabadan inmek
zorunda kalmadan buradan uzaklaşmamız. 50’ li yıllardan kalma bir Rus kamyoneti
yolun ortasında kaza yapmış ve yan yatmış.
Kurtarma ekiplerinin yanından yavaşça geçerek yüreğimiz ağzımızda yola
devam ediyoruz. Bu iç karatıcı manzaraya nazaran çok iyi durumda olan ilk
akaryakıt istasyonundan vinyetimizi alıp hızlıca uzaklaşıyoruz. Karadeniz’in
havasını hissettiren, dar ormanın içine gizlenmiş bu korkunç keyifli yolu, sonunda
alabildiğimiz navigasyon sayesinde, Burgas Primoretz Otel de sonlandırıyoruz.
Bize kalsa bu karışık şehir girişini bulmakta zorlanırdık. Zaten akşam olmak
üzere, otelin havuz ve spa kısmı da harika deyip, dışarı çıkmaktan vazgeçiyor
ve günün yorgunluğunu sulara bırakıyoruz. Şehrin üzerinden güneşin batışını,
limandan gelen martı sesleri eşliğinde izleyip, heyecanla ertesi sabahı
bekliyoruz. Açıkçası geldiğimiz yola
ziyadesiyle değdi…