Varmak kadar keyifli, yolda olmak.
Balçık’la noktaladığımız Bulgaristan sınırını, yine küçük bir kasabayla Mangalia
ile açıyoruz Romanya’da. Sanıyorduk ki, Dereköy’den sonra başka bir sınır
kapısı beklemiyor bizi. Ama Romanya Schengen ülkelerine dâhil olmadığı için yine
sınır kontrolündeyiz. Yanıbaşından Avrupa Birliğine üye ülkelerin araçları
rahat rahat geçerken, kuyrukta beklemek insanın gücüne gitmiyor değil
hani. Romanya sınır görevlileri,
Bulgarlara göre daha rahat, daha neşeli. Buranın da kendine ait Rovanet isimli
vinyeti varmış, ama cama yapıştırılan türden değil, sadece evrakı aracımızda
bulundurmamız yeterli. Bu bizim yabancı bir sınırdan başka bir yabancı sınıra
ilk geçişimiz. Ufukta kıyıyı göremeyen, okyanusa açılmış gemi gibiyiz.
Yolda keyifle izlediğimiz, köyler ve rüzgârgülleri.
Bizdeki villalar, buralarda köy evleri. Yüzümüzde kocaman bir gülümsemeye neden olan;
çiçeklerle altları çizilmiş pencereleri, renkli kiremitleri, düzenli bahçeleri,
yaya geçitleri sanki Babil’in asma bahçeleri…Yazarken bile özlediğimiz kıyı
köyleri…
İlk durağımız, Mangalia’daki Esmahan Sultan Camii.
II.Selim’in kızı, Sokullu Mehmet Paşa’nın eşi ve III.Murat’ın da kız kardeşi.
1573-1575 yılları arasında yaptırmış, bu Romanya’nın en eski camisini. Camiye yaklaşırken
kalabalık ve birkaç polis çekiyor dikkatimizi. Arabamızı, bahçenin hemen önüne
park ederken biraz tedirginiz sanki. İner inmez cami bahçesinden çıkan
kalabalığı görüyoruz. Namaz için burada olmadıklarını görür görmez fark etsek
de, az sonra yanımıza yaklaşıp kızımıza avuç dolusu şeker veren, ve bizi ev
sahibi gibi karşılayan, Avusturya Türk dayanışma ve yardım görevlisi sayesinde
anlıyoruz kalabalığın nedenini. Maalesef burada yaşayan Türkler toplumun alt
gelir grubunu oluşturuyorlarmış ve arada Avrupa’da bulunan Türk dernekleri
tarafından yardım alıyorlarmış.
Görevlilerle sohbet edip, caminin bahçesinde ki buz gibi akan çeşmeden
alıyoruz abdestimizi. Haziresi, çiçekleri ve ağaçlarıyla insanın ruhuna işleyen
bahçesinde biraz soluklanıp, izliyoruz; geniş çatılı, küçük minareli, beyaz
taşlarla örülmüş, eski günlerini özlermiş gibi karşımızda duran Esmahan Sultan
Camii'ni.
Kalabalığın dağılmasını fırsat bilip yöneliyoruz
caminin kapısına. Bu ülkedeki ilk hayal kırıklığımız; kapısı kilitli. Keşke görebilseydik içini,
soluyabilseydik yüzlerce yıllık nefesini. Neden bu kadar yalnız kaldın, neden
bu kadar içine kapandın? Hüzünlü bir şekilde veda edip koyuluyoruz yola.
Zülfü Livaneli’nin Serenad’ını okuduğumdan beri
aklımdasın Constanta. Yüzlerce insan bu limandan demir almış ,
Struma gemisi ile son yolculuğuna. Ve kulaklarımda, Serenadi für Nadia . https://www.youtube.com/watch?v=ZpA0l2WB86E
Şehre girer girmez İbis Otele ulaşıp kalacağımız
yeri güvenceye alıyoruz. Denize paralel cadde üzerinde, manzarası ve konumuyla
bizim için ideal. Resepsiyon görevlisinin ismini okuyoruz hemen yakasında.
Doğan. Bizi burada karşılamaya gelmiş gibi tanıdık hissediyoruz kendimizi. Odamızı
aldıktan sonra otoparkı soruyoruz.
Otelin yan caddesinin güvenli olmadığını söyleyip arka sokaktaki
otoparklarına yönlendiriyor bizi. Araba
güvende, şimdi rahat rahat gezebiliriz şehri.
Otelden çıkıp Strada Mircea cel Batranı takiple,
Ovidius meydanına çıkıyoruz. Roma’da aşk şiirleriyle tanınan 8.yy da yaşamış
şöhretli şairin, sürgün yeridir aslında bu şehir. Ve meydanda Arkeoloji
Müzesinin hemen önünde tüm heybetiyle karşılıyor Ovidius bizi. Tarihi binalarla çevrili, insanların rahat
nefes aldıkları, çocukların koşturduğu bu ferah
meydanı arkamızda bırakıp, Carol Camiine ulaşıyoruz. 1912 yılından beri,
minaresinden ezan sesinin yankılandığı bu camiyi, I. Dünya savaşında, Romanya için savaşan
Müslüman Türk ve Tatarların sadakatini ödüllendirmek için 1823 deki temelleri
üzerine, yeniden inşa ettirmiş. Bahçede görevli bir bayan bekliyor, minareye
çıkmak isteyenler için elinde bir bilet koçanı. Biz ise vakit geçmeden kılmak
için yöneliyoruz içeri. Ve içeride bir ucu açıkta sergilenen, geri kalanı
toparlanmış, üzerinde geçmişin izlerini gizleyen, Sultan Abdülhamit’in
hediyesi. Basmaya kıyamayıp, ellerimizle dokunduğumuz, Avrupanın en büyük tek
parça İran halısı. Kim bilir üzerinde ne
alınları secdeyle kavuşturup, ne dualara şahitlik etti.
Çıkıyoruz camiden, içimizde
huzur, yüzümüzde tebessümle. Yolun ilerisinde, karşılıklı Ortodoks katedrali ve
Katolik Kilise. Ezan seslerinin kilise çanlarına karıştığı bu şehir bize, bir
zamanların hoşgörüsünü ve yüzlerce yıl birlikte yaşayan Osmanlı tarafımızı
hatırlatıyor.
Biraz da ara
sokaklara, burada yaşama karışalım diyoruz. Yüzümüzdeki gülümsemeyi kaygı ve hüzne
değişip, dolaşıyoruz yıkıntıları, bakımsız güzelim binaları, yoksul
insanlarıyla, şehrin sahipsiz bırakılmış,
unutulmuş yüzünü. Şarkıcımız Güllü’yü dinleyen genç kızlara rastlıyoruz bir
köşede yırtık, kirli elbiselerin içinde. Oysa ne hayaller kurmuştuk Köstence’ye
dair. Tarihinin zenginliğini, mimarisinin güzelliğini, bakımsızlığının altında
gizleyen bu şehir Kral I. Carol’dan sonra kaderine terk edilmiş sanki. Sadece
bir iki binaya restorasyon için el değmiş.
Ara sokaklardan biraz daha merkezi, Strada Stefan
Cel Mare’e çıkıyoruz. Elimizdeki parayı, Rumen Leyi(RON) ne çevirdiğimizde, ilk
kez, plastik maddeden yapılmış banknotlara dokunmak değişik geldi bize. Cebimde
unutup makinede yıkasam nasıl olur diye düşünmedim değil. Neyse, bu parayı da
bir yerden yiyeceğe dönüştürmeliyiz. Gözümüze kestirdiğimiz bir yerden
vegateryan pizzalarımızı alıp, sokak ortasına sıralanmış masalarda karnımızı
doyurmaya geldi sıra. Acele edip, şehir hava kararmadan biraz daha keşfedilmeli.
Tomis AVM
nin önünden geçip, burada sık karşılaştığımız köşe başlarında neşeli
Çingeneleri aşarak, küçük bir marketten maden sularımızı alıyoruz. Yolun
bitimine yakın, yüksek katlı daha modern binalar karşılıyor bizi. Ve bu
binaların önündeki yol kenarında, çocuk parkında, biraz salıncak, biraz
kaydırak, biraz da mola.
Güneş batmak üzere. Otele dönüş vakti. Yolda
karşılaştığımız arkeolojik park tahminimizden daha da kalabalık. Tarihi
eserlerin üzerinde gezinen çocukları, akşam yürüyüşüne çıkmış çekirdek yiyen
insanları ile kendimi memleketimde hissettiğim bu küçük hareketli parkı geride
bırakıp, zafer heykelinin (Monumentul Victoriei) yanından, ulaşıyoruz İbis’e. Karanlıkta
tekrar çıkmaya cesaretimiz yok sanki. Geceyi bu uzun yolculuktaki dinlenme zamanı
olarak geçirmeli.
Güzel bir kahvaltıyla başlıyoruz ertesi güne.
Sadece otelin misafirleri değil, denize girip, keyifli bir hafta sonu geçirmek
isteyenler de burada. Şehre meşhur Casino ile veda etmeli. Kral I. Carol tarafından 1910 yılında yaptırılmış,
kimi zaman casino, kimi zaman restoran, hatta 2. Dünya Savaşında hastane olarak
kullanılmış, uzunca bir zaman da atıl durumda kalmış, şehrin en önemli
sembollerinden biri. Arabamızı bir kilisenin kenarına kırk kere düşünerek park edip,
hızlı adımlarla ulaşıyoruz sahile. Sahil
kenarı merkeze göre daha bakımlı gibi. Bir grup genç, dalgıç kıyafetleriyle
hazırlık içerisinde. Olmazsa olmaz öğrenci grupları ise Casino’nun bahçesinde. Casino,
güneşin altında parıldayan elmas gerdanlık gibi uzanmış sahile. Ancak içini saklıyor bizden. Açıkçası çok da
üzülmüyoruz karşılaştığımız kapıdaki kilide. Çünkü tadilat ve restorasyon için
ağırlıyor, çalışanlarını içeride.
Seni daha temiz, daha bakımlı, daha ferah görmek
istiyoruz bir daha gelişimizde… Ki sen göründüğünden çok daha güzelsin
Köstence…
Nadia’nın en son ayak bastığı topraklara şimdilik
elveda…
B Ü K R E Ş
Köstence’deki hayal kırıklığımızı, yaklaşık
iki buçuk saat süren, Tuna Köprü geçişi haricinde, tamamı düzgün olan bir otoban
yolculuğuyla arkamızda çoktan bıraktık bile. Bizi sıcacık karşılayan bir
şehirdeyiz. Öyle sıcak ki, Burgas’ı, Varna’yı, Köstence’yi geçip, denizden uzaklaştık
sıra biraz serinlemede derken; sulak alanlarla dolu bu koca ovada kavrulmamak
için saklambaç oynuyoruz güneşle.
Neyse ki geniş caddeleri ve planlı şehir merkezi
girişi ile, kolayca ulaşıyoruz İbis Otel’e.
Parlamento Binasına yakınlığı nedeniyle tercih ettiğimiz bu otelde, üç gece
kalmak istesek de yalnız iki gece için kapılarını açıyor bize. Aracımızı otelin
ücretli otoparkına bırakıp, odaya yerleşiyor ve hazırlanıp bir an önce
bırakıyoruz kendimizi caddelere. Zamanımızı iyi değerlendirmeli. Odanın
penceresinden hemen yanı başımızda gibi görünen, ancak git git bitmeyen Parlamento
Binasının girişine kadar yarım saat yürümüş olmalıyız. Dünyanın en büyük ikinci binasının çevresini
yaklaşık iki saatte yürüyebiliriz demek ki. Nemli bir haziran sıcağında ne
kadar da bunaltıcı bir düşünce. Biz de çöldeki vaha misali, sığınıyoruz
Bulevardul Unirii’ye. İki yanı koca ağaçlarla çevrili, ortası süs havuzları ve
çiçeklerle işlenmiş, ağaçların arkasına binalarını ve küçük dükkânlarını
gizlemiş, gökyüzünden bakıldığında dantel işlemesi gibi görünen, tarihinin
yıkıntılarını toprağına gömmüş bu bulvarda biraz soluklanıp çıkıyoruz Piata Unirii’
ye. Oradan sola doğru kıvrılıp, eski Bükreş sokaklarından keyifli bir
yürüyüşle, Brationu Bulvarında buluyoruz kendimizi. Henüz rastlamadık
dakikalardır gözlerimizin aradığı döviz bürosuna. Sıcağın vücudumuzdan
tükettiği sıvıyı yerine koymak için giriyoruz cadde üzerindeki küçük bir markete.
Bu arada İranlı olduğunu öğrendiğimiz sahibine en yakın döviz bürosunu
soruyoruz ve neden sonra döviz bozdurmuş olarak çıkıveriyoruz.
Şehrin en hareketli caddesindeyiz ve ileride
mitolojiye göre Roma şehrini kuran Romulus ve Remus’u emziren dişi kurt heykeli
karşılıyor bizi. Adı üstüne burası Piata Roma. Cadde kenarında, biraz bakımsız,
biraz yalnızlar. Yetim ve öksüz bırakılmışlar sanki. Bu anı da saklamalı.
Az gittik, uz gittik, cadde boyu daha ne kadar
gideriz diye, Belediye Kent Tarihi müzesinin bahçesinde maden sularımızı
yudumlayıp düşünürken, görüyoruz karşımızdan geçen şehir turu otobüslerini. Nereden binilir, durak neresidir derken biraz
daha yol alıyoruz cadde üzerinde. Bükreş tiyatrosunun önündeki, sanatçı
Cristian Paturca adına yapılan ilginç
anıtla böylelikle tanışıyor ve vedalaşıyoruz yüzümüzde tebessümle.
Biraz daha ileride ise, binaların arasında
sıkışmış, sevimliliğiyle dikkat çeken İtalyan kilisesi. Adım atar atmaz, nazik
bir bayan karşılıyor ve içeri davet
ediyor bizi, nasıl geri çevirebiliriz ki.
En arka sıraya oturup, hayatımızdaki bir sahneyi birleştiriyoruz, belki
de diğerlerinin hayatındaki en önemli sahneyle. O kadar sade ve o kadar
güzeller ki. Heyecan içinde gelin ve damadın evlilik yeminlerini dinlerken, iyi
dileklerimizi iletiyoruz en içten. Belleğimize güzel bir anı daha…Bakalım
Bükreş daha ne anlar tattıracak hafızalarımıza.
Sonunda rast geldik tur otobüsüne. İçeride karşılaşıyoruz,
kongre için ülkemizden gelmiş akademisyenlerle. Nedense insanımız yurt dışında
değil konuşmaya, selamlaşmaya bile niyetli değil. Maalesef bize yıllarca
anlatılan biz, artık biz değiliz, azalan hoşgörümüzün ve insanlığımızın
acıttığı yüreğimizi, etrafı seyrederek sessizce susturmaya çalışırken, mimari
anlamda şehre hayran kalıp güzergahı turlamışız bile. İlk kez karşılaştığımız
‘Hopp On, Hopp Off’ kavramında, belirlenen süre içerinde, istediğimiz durakta sınırsız
inip binebilirmişiz. Ne güzel, tam bize göre derken hızlıca bir plan yapıyoruz;
nereleri adım adım gezmeli, nereleri görüp geçmeli diye.
İtalyan
kilisesinin hemen ilerisinde inip, kalabalık bir sokağa bırakıyoruz kendimizi.
Strada Pictor Arthur Verona da bir sokak festivali. Çoğunluğu gençlerden
oluşan, tek bir teması olmayan renkli ve heyecanlı insanlar birlikteliği.
Sokak aralarında gezerken duvarlarındaki
resimleriyle bir otopark çekiyor dikkatimizi. Tur otobüsünün bize kazandırdığı
zamanla, elimizde harita, daha çok yer görebileceğiz sanki. Biraz acıktık, biraz
da buharlaştık . Mc Donalds’da chicken
menü eşliğinde serin bir mola.
Otobüsle gezerken Calea Victoriel caddesi, Odeon
tiyatrosu, Cec Palace, Cercul Military National, ve daha birçok tarihi yaşatan
bina, mimari anlamda görsel bir şölen sunuyor gözlerimize, yada göz
penceremizden bakan ruhumuzun derinliklerine… Bakım için çevrilen Zafer Takını
yakından görememek varmış kaderde.
Herastrau park ise uzun bir zaman
dilimine, ertesi güne bırakılmalı. Odeon Tiyatrosunun önünde ise bir sürpriz bekliyor
bizi. Atatürk meydanı. Buraya mutlaka
yürüyerek de gelmeli.
Şehri gezerken hiç camiyle karşılaşmadık, öyleyse
otelde kısa bir mola. Ardından aklımızda kalan yerleri adımlamada sıra.
Parlamento binasının önündeki bulvarla birleşen geniş alan, akşam için
hazırlıkta. Klasik müziğin Madonnası olarak bahsedilen, besteci, kemancı ve
orkestra şefi Andre Rieu’nun bu akşamki konser afişleri heryerde ve heryerde
koşuşturanları, güvenlik görevlileri. Çalışmaların aralarından geçerek
dalıyoruz ara sokaklara. Hayranlıkla seyrederken tarihi binaları, karşımıza
çıkıveren Macca Villacresse Pasajını da keyifle turlamalı. Ulaştık sonunda
Atatürk Meydanına. Büstünün yanı başında, bankta otururken daha bir gururlu
hissediyoruz kendimizi. Hemen arkada Odeon Tiyatrosu, onun yanında Ramada Otel,
bizim yanımızda ise otelde kalan, buraya seminer için gelmiş Halk Kültürü
Araştırma Kurumu başkanı Prof.Dr.İrfan Ünver Nasrattınoğlu. Nasipte kendisiyle
burada tanışmak varmış. İnsanlığımıza dair ümidimizi kaybetmek üzereyken, babacan
tavırları ve hoş sohbetiyle günümüze eklenmiş bir sürpriz, bir hediye…
Hava kararmak üzere. Biraz da Cercul Military National’ın
basamaklarında su sesinin dinginliğinde vakit geçirip kızımıza arkadaş oluveren
bir kızın oyuna katılıyoruz bir süre, hep birlikte. Vedalaşıp, hızlandırıyoruz adımlarımızı.
Otele dönüşte, konser alanı parlamento binasının basamakları dahil her yer
tıklım tıklım. Şehirde yaşayan herkes, şık giyimleri, özenle hazırlanmışlıkları
ve yüzlerindeki heyecan ile burada sanki. Sanat, Bükreş için ne kadar da önemli.
İbis otelin olduğu caddeye ulaşmak kalabalıkta biraz zaman alsa da, neyse ki kavuştuk
sonunda. Şimdi güzel bir uyku vakti.
İyi bir kahvaltıyla güne hazır olmak gibisi yok.
Bugün ilk hedefimiz Parlemento Binası. Daha kapıları açılmadan ellerimizde
pasaportlarla bahçesinde buluyoruz kendimizi. İlk sırada olduğumuzu düşünüp,
sevinçle ödemeyi yaparken, önce grupların alındığı ve yaklaşık bir saat kadar
beklememiz gerektiği gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Elinden oyuncağı alınmış çocuk
misali, biraz şaşkın, biraz da öfkeli bir köşede bekliyoruz sıramızın
gelmesini. Neyse ki bizim gibi yalnız gelen ziyaretçileri birleştirip yirmi kişilik
bir grup oluşturabildiklerinde verdikleri bir tur rehberiyle başlıyoruz sarayı
gezmeye. İki saat boyunca gezdiğimiz alan, yaklaşık dörtte birlik kısmı olmalı.
Her biri ayrı tema ile bezenen odaları, perdeleri, sandalyeleri, masaları,
metrelerce yükseklikteki tavanı, Unirii caddesinden neredeyse ufuk çizgisine
kadar bakan balkonuyla, tüylerimizi ürperten büyüklükte bir bina. Yapımında
yaşananları duydukça insan ister istemez, kızıyor Nikolay Çavuşesku’ya. Zamanın
neleri verip, neleri aldığını anlatan tarihinin kokusu sinmiş sanki her bir taşına.
Sarayda
günün ilk sürprizi Andre Rieu çıkıveriyor karşımıza. Kısa bir selamlaşmanın
ardından kaldığımız yerden tura devam.
Tavan süslemeleri, avizeleri, zemine sıklıkla yerleştirilmiş bina planı,
resimleri, toplantı odaları, ilk kez yakından gördüğümüz çevirmen kabinleri… Bu
duvarlar ne konuşmalara şahit oldu ki?
Kısa bir pasaport teslim kuyruğuyla ayrılıyoruz
Parlamento Sarayından. Sırada Herastrau Park bekliyor bizi. Otoparkına bırakıp
aracımızı, aklımızda kalmayacak kadar az bir ücretle giriyoruz içeri.
Zaman makinesiyle
seyahat etmişiz gibi ulaşıyoruz yüzyıllar öncesinde, muhteşem bir doğanın
içerisine. Sanki eski bir film sahnesinde geziyoruz görünmezlik iksirimizin
sayesinde. Avrupa’nın en geniş açık hava müzesi deseler de; köy evleri,
bahçeleri, kullandıkları aletleri, çocuk parkı, tahtadan yapılmış dönme dolabı,
kiliseleri, kilerleri, değirmenleri, kıyafetleri ile her an ev halkı tarladan
dönecek, çocuklar kapıdan koşarak çıkacaklar gibi. Her köşesi, her ayrıntısı
öyle keyifli ki. Nerede yaşadığımızı, nerede olduğumuzu, hangi zamanın içinde
hangi kimliğe büründüğümüzü unutturan, hiç sıkılmadan geçirdiğimiz koca bir
öğlen vakti. Ortasındaki büyük gölet ve etrafında adım adım yürüdüğümüz kulübesi ile bir kartpostal karesi. Biraz
evlerin içinde dolaşıp, biraz suyun dinginliğine dalarak dinleniyoruz oturduğumuz
bir taşın kenarında. Rengi, kokusu, huzuru ile atıyoruz üzerimizden günlerin,
belki de yılların yorgunluğunu.
Zor da olsa ayrılmak vakti derken, yerel radyo
spikerlerinin, beyaz keten üzerine işlenmiş rengârenk çiçekleri ve kenar
oyalarıyla ortama uyum sağlayan kıyafetleri içerisinde program yapıyor olması
da bize bugünün bir diğer sürprizi. Çıkıştaki hediyelik eşyalardan
almadığımıza, şehir merkezindeki fiyatları görünce üzülmedik değil hani.
Yol üzerindeki Carrefour’da dolaşıp biraz, ayrılıyoruz
ellerimizde ton balıklı sandviç malzemeleri ve oyuncaklarla. Eğer küçük bir yol
arkadaşınız varsa, oyuncak en önemli ihtiyacınız oluverir bir anda. Otele dönüp azıcık dinlenmenin vakti. Sonra yine caddeler ve adımlar…
Yine bir ara sokakta Sinagogla karşılaşıyoruz.
Sofia’ da ve Budapeşte’de olduğu gibi çalıyoruz bir kez daha açmadıkları
kapılarını. Her inanca açık camilerimizin yanında, karşılaştığımız tüm
sinagogların kapıları nedense bizlere yine kapalı.
Hava kararmadan kızımıza söz verdiğimiz çocuk
parkına yetişmek sıradaki en önemli görevimiz. Yanından geçerken fark ettiğimiz
Çeşmeci Parkını gezememek içimizi acıtsa da, siyaha bürünen gökyüzünü, altın
sarısı ışıkları ile aydınlatan Parlamento Binasının hemen yanı başındaki çocuk
parkında geçirdiğimiz zaman da oldukça keyifli. Koşuşturan çocuklar, sohbet
eden aileler, parkın içerisinde tur atan atlı polislerle, gecenin karanlığına
kadar kalan nadir ailelerdeniz sanki. Gökyüzüne süzülen ışıklarında dans eden
kuşlarıyla, gece daha güzel daha masum görünen parlamento binasını dalıp seyre
veda ediyoruz bugünkü Bükreş’in güneşine.
Ertesi sabah, vakit yine yollara düşmenin vakti.
Keşke Ruscuk üzerinden değil de, Köstence üzeri geldiğimiz yoldan geri dönseydik
diyeceğimiz, navigasyona inanıp, tabelaları önemsemeyen biz gibilerin çile
çekeceği, çetrefilli bir yol bekliyor bizi.
Sevgili Bükreş; hep daha küçük hayal etmiştik seni.
Mimari eserlerinle bizi büyülerken, geniş caddelerin, ara sokakların, geçmişin
izlerine saygın, geleceğe dair umutlarınla, şanına yakışır büyüklükte ‘’doğunun
Paris’i ‘’ olduğunu gösterdin bize. Daha serin bir zamanında yeniden görüşmek
dileğiyle.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder