20 Ocak 2016 Çarşamba

Arabayla Gidince Bükreş, Köstence


            Varmak kadar keyifli, yolda olmak. Balçık’la noktaladığımız Bulgaristan sınırını, yine küçük bir kasabayla Mangalia ile açıyoruz Romanya’da. Sanıyorduk ki, Dereköy’den sonra başka bir sınır kapısı beklemiyor bizi. Ama Romanya Schengen ülkelerine dâhil olmadığı için yine sınır kontrolündeyiz. Yanıbaşından Avrupa Birliğine üye ülkelerin araçları rahat rahat geçerken, kuyrukta beklemek insanın gücüne gitmiyor değil hani.   Romanya sınır görevlileri, Bulgarlara göre daha rahat, daha neşeli. Buranın da kendine ait Rovanet isimli vinyeti varmış, ama cama yapıştırılan türden değil, sadece evrakı aracımızda bulundurmamız yeterli. Bu bizim yabancı bir sınırdan başka bir yabancı sınıra ilk geçişimiz. Ufukta kıyıyı göremeyen, okyanusa açılmış gemi gibiyiz.

Yolda keyifle izlediğimiz, köyler ve rüzgârgülleri. Bizdeki villalar, buralarda köy evleri. Yüzümüzde kocaman bir gülümsemeye neden olan; çiçeklerle altları çizilmiş pencereleri, renkli kiremitleri, düzenli bahçeleri, yaya geçitleri sanki Babil’in asma bahçeleri…Yazarken bile özlediğimiz kıyı köyleri…

İlk durağımız, Mangalia’daki Esmahan Sultan Camii. II.Selim’in kızı, Sokullu Mehmet Paşa’nın eşi ve III.Murat’ın da kız kardeşi. 1573-1575 yılları arasında yaptırmış, bu Romanya’nın en eski camisini. Camiye yaklaşırken kalabalık ve birkaç polis çekiyor dikkatimizi. Arabamızı, bahçenin hemen önüne park ederken biraz tedirginiz sanki. İner inmez cami bahçesinden çıkan kalabalığı görüyoruz. Namaz için burada olmadıklarını görür görmez fark etsek de, az sonra yanımıza yaklaşıp kızımıza avuç dolusu şeker veren, ve bizi ev sahibi gibi karşılayan, Avusturya Türk dayanışma ve yardım görevlisi sayesinde anlıyoruz kalabalığın nedenini. Maalesef burada yaşayan Türkler toplumun alt gelir grubunu oluşturuyorlarmış ve arada Avrupa’da bulunan Türk dernekleri tarafından yardım alıyorlarmış.  Görevlilerle sohbet edip, caminin bahçesinde ki buz gibi akan çeşmeden alıyoruz abdestimizi. Haziresi, çiçekleri ve ağaçlarıyla insanın ruhuna işleyen bahçesinde biraz soluklanıp, izliyoruz; geniş çatılı, küçük minareli, beyaz taşlarla örülmüş, eski günlerini özlermiş gibi karşımızda duran Esmahan Sultan Camii'ni.

Kalabalığın dağılmasını fırsat bilip yöneliyoruz caminin kapısına. Bu ülkedeki ilk hayal kırıklığımız;  kapısı kilitli. Keşke görebilseydik içini, soluyabilseydik yüzlerce yıllık nefesini. Neden bu kadar yalnız kaldın, neden bu kadar içine kapandın? Hüzünlü bir şekilde veda edip koyuluyoruz yola.

Zülfü Livaneli’nin Serenad’ını okuduğumdan beri aklımdasın Constanta. Yüzlerce insan bu limandan  demir almış , Struma gemisi ile son yolculuğuna. Ve kulaklarımda, Serenadi für Nadia . https://www.youtube.com/watch?v=ZpA0l2WB86E 

Şehre girer girmez İbis Otele ulaşıp kalacağımız yeri güvenceye alıyoruz. Denize paralel cadde üzerinde, manzarası ve konumuyla bizim için ideal. Resepsiyon görevlisinin ismini okuyoruz hemen yakasında. Doğan. Bizi burada karşılamaya gelmiş gibi tanıdık hissediyoruz kendimizi. Odamızı aldıktan sonra otoparkı soruyoruz.  Otelin yan caddesinin güvenli olmadığını söyleyip arka sokaktaki otoparklarına yönlendiriyor bizi.  Araba güvende, şimdi rahat rahat gezebiliriz şehri.



Otelden çıkıp Strada Mircea cel Batranı takiple, Ovidius meydanına çıkıyoruz. Roma’da aşk şiirleriyle tanınan 8.yy da yaşamış şöhretli şairin, sürgün yeridir aslında bu şehir. Ve meydanda Arkeoloji Müzesinin hemen önünde tüm heybetiyle karşılıyor Ovidius bizi.  Tarihi binalarla çevrili, insanların rahat nefes aldıkları, çocukların koşturduğu bu ferah  meydanı arkamızda bırakıp, Carol Camiine ulaşıyoruz. 1912 yılından beri, minaresinden ezan sesinin yankılandığı bu camiyi,  I. Dünya savaşında, Romanya için savaşan Müslüman Türk ve Tatarların sadakatini ödüllendirmek için 1823 deki temelleri üzerine, yeniden inşa ettirmiş.   Bahçede görevli bir bayan bekliyor, minareye çıkmak isteyenler için elinde bir bilet koçanı. Biz ise vakit geçmeden kılmak için yöneliyoruz içeri. Ve içeride bir ucu açıkta sergilenen, geri kalanı toparlanmış, üzerinde geçmişin izlerini gizleyen, Sultan Abdülhamit’in hediyesi. Basmaya kıyamayıp, ellerimizle dokunduğumuz, Avrupanın en büyük tek parça İran halısı.  Kim bilir üzerinde ne alınları secdeyle kavuşturup, ne dualara şahitlik etti.
              Çıkıyoruz camiden, içimizde huzur, yüzümüzde tebessümle. Yolun ilerisinde, karşılıklı Ortodoks katedrali ve Katolik Kilise. Ezan seslerinin kilise çanlarına karıştığı bu şehir bize, bir zamanların hoşgörüsünü ve yüzlerce yıl birlikte yaşayan Osmanlı tarafımızı hatırlatıyor.


 Biraz da ara sokaklara, burada yaşama karışalım diyoruz. Yüzümüzdeki gülümsemeyi kaygı ve hüzne değişip, dolaşıyoruz yıkıntıları, bakımsız güzelim binaları, yoksul insanlarıyla,  şehrin sahipsiz bırakılmış, unutulmuş yüzünü. Şarkıcımız Güllü’yü dinleyen genç kızlara rastlıyoruz bir köşede yırtık, kirli elbiselerin içinde. Oysa ne hayaller kurmuştuk Köstence’ye dair. Tarihinin zenginliğini, mimarisinin güzelliğini, bakımsızlığının altında gizleyen bu şehir Kral I. Carol’dan sonra kaderine terk edilmiş sanki. Sadece bir iki binaya restorasyon için el değmiş.

Ara sokaklardan biraz daha merkezi, Strada Stefan Cel Mare’e çıkıyoruz. Elimizdeki parayı, Rumen Leyi(RON) ne çevirdiğimizde, ilk kez, plastik maddeden yapılmış banknotlara dokunmak değişik geldi bize. Cebimde unutup makinede yıkasam nasıl olur diye düşünmedim değil. Neyse, bu parayı da bir yerden yiyeceğe dönüştürmeliyiz. Gözümüze kestirdiğimiz bir yerden vegateryan pizzalarımızı alıp, sokak ortasına sıralanmış masalarda karnımızı doyurmaya geldi sıra. Acele edip, şehir hava kararmadan biraz daha keşfedilmeli.

 Tomis AVM nin önünden geçip, burada sık karşılaştığımız köşe başlarında neşeli Çingeneleri aşarak, küçük bir marketten maden sularımızı alıyoruz. Yolun bitimine yakın, yüksek katlı daha modern binalar karşılıyor bizi. Ve bu binaların önündeki yol kenarında, çocuk parkında, biraz salıncak, biraz kaydırak,  biraz da mola.

Güneş batmak üzere. Otele dönüş vakti. Yolda karşılaştığımız arkeolojik park tahminimizden daha da kalabalık. Tarihi eserlerin üzerinde gezinen çocukları, akşam yürüyüşüne çıkmış çekirdek yiyen insanları ile kendimi memleketimde hissettiğim bu küçük hareketli parkı geride bırakıp, zafer heykelinin (Monumentul Victoriei) yanından, ulaşıyoruz İbis’e. Karanlıkta tekrar çıkmaya cesaretimiz yok sanki. Geceyi bu uzun yolculuktaki dinlenme zamanı olarak geçirmeli.

Güzel bir kahvaltıyla başlıyoruz ertesi güne. Sadece otelin misafirleri değil, denize girip, keyifli bir hafta sonu geçirmek isteyenler de burada. Şehre meşhur Casino ile veda etmeli.  Kral I. Carol tarafından 1910 yılında yaptırılmış, kimi zaman casino, kimi zaman restoran, hatta 2. Dünya Savaşında hastane olarak kullanılmış, uzunca bir zaman da atıl durumda kalmış, şehrin en önemli sembollerinden biri. Arabamızı bir kilisenin kenarına kırk kere düşünerek park edip, hızlı adımlarla ulaşıyoruz sahile.  Sahil kenarı merkeze göre daha bakımlı gibi. Bir grup genç, dalgıç kıyafetleriyle hazırlık içerisinde. Olmazsa olmaz öğrenci grupları ise Casino’nun bahçesinde. Casino, güneşin altında parıldayan elmas gerdanlık gibi uzanmış sahile.  Ancak içini saklıyor bizden. Açıkçası çok da üzülmüyoruz karşılaştığımız kapıdaki kilide. Çünkü tadilat ve restorasyon için ağırlıyor, çalışanlarını içeride. 



Seni daha temiz, daha bakımlı, daha ferah görmek istiyoruz bir daha gelişimizde… Ki sen göründüğünden çok daha güzelsin Köstence…
Nadia’nın en son ayak bastığı topraklara şimdilik elveda…

B Ü K R E Ş

          Köstence’deki hayal kırıklığımızı, yaklaşık iki buçuk saat süren, Tuna Köprü geçişi haricinde, tamamı düzgün olan bir otoban yolculuğuyla arkamızda çoktan bıraktık bile. Bizi sıcacık karşılayan bir şehirdeyiz. Öyle sıcak ki, Burgas’ı, Varna’yı, Köstence’yi geçip, denizden uzaklaştık sıra biraz serinlemede derken; sulak alanlarla dolu bu koca ovada kavrulmamak için saklambaç oynuyoruz güneşle.
Neyse ki geniş caddeleri ve planlı şehir merkezi girişi ile, kolayca ulaşıyoruz İbis  Otel’e. Parlamento Binasına yakınlığı nedeniyle tercih ettiğimiz bu otelde, üç gece kalmak istesek de yalnız iki gece için kapılarını açıyor bize. Aracımızı otelin ücretli otoparkına bırakıp, odaya yerleşiyor ve hazırlanıp bir an önce bırakıyoruz kendimizi caddelere. Zamanımızı iyi değerlendirmeli. Odanın penceresinden hemen yanı başımızda gibi görünen, ancak git git bitmeyen Parlamento Binasının girişine kadar yarım saat yürümüş olmalıyız.  Dünyanın en büyük ikinci binasının çevresini yaklaşık iki saatte yürüyebiliriz demek ki. Nemli bir haziran sıcağında ne kadar da bunaltıcı bir düşünce. Biz de çöldeki vaha misali, sığınıyoruz Bulevardul Unirii’ye. İki yanı koca ağaçlarla çevrili, ortası süs havuzları ve çiçeklerle işlenmiş, ağaçların arkasına binalarını ve küçük dükkânlarını gizlemiş, gökyüzünden bakıldığında dantel işlemesi gibi görünen, tarihinin yıkıntılarını toprağına gömmüş bu bulvarda biraz soluklanıp çıkıyoruz Piata Unirii’ ye. Oradan sola doğru kıvrılıp, eski Bükreş sokaklarından keyifli bir yürüyüşle, Brationu Bulvarında buluyoruz kendimizi. Henüz rastlamadık dakikalardır gözlerimizin aradığı döviz bürosuna. Sıcağın vücudumuzdan tükettiği sıvıyı yerine koymak için giriyoruz cadde üzerindeki küçük bir markete. Bu arada İranlı olduğunu öğrendiğimiz sahibine en yakın döviz bürosunu soruyoruz ve neden sonra döviz bozdurmuş olarak çıkıveriyoruz.

Şehrin en hareketli caddesindeyiz ve ileride mitolojiye göre Roma şehrini kuran Romulus ve Remus’u emziren dişi kurt heykeli karşılıyor bizi. Adı üstüne burası Piata Roma. Cadde kenarında, biraz bakımsız, biraz yalnızlar. Yetim ve öksüz bırakılmışlar sanki. Bu anı da saklamalı.


Az gittik, uz gittik, cadde boyu daha ne kadar gideriz diye, Belediye Kent Tarihi müzesinin bahçesinde maden sularımızı yudumlayıp düşünürken, görüyoruz karşımızdan geçen şehir turu otobüslerini.  Nereden binilir, durak neresidir derken biraz daha yol alıyoruz cadde üzerinde. Bükreş tiyatrosunun önündeki, sanatçı Cristian Paturca adına yapılan ilginç  anıtla böylelikle tanışıyor ve vedalaşıyoruz yüzümüzde tebessümle.




Biraz daha ileride ise, binaların arasında sıkışmış, sevimliliğiyle dikkat çeken İtalyan kilisesi. Adım atar atmaz, nazik bir bayan karşılıyor ve  içeri davet ediyor bizi, nasıl geri çevirebiliriz ki.  En arka sıraya oturup, hayatımızdaki bir sahneyi birleştiriyoruz, belki de diğerlerinin hayatındaki en önemli sahneyle. O kadar sade ve o kadar güzeller ki. Heyecan içinde gelin ve damadın evlilik yeminlerini dinlerken, iyi dileklerimizi iletiyoruz en içten. Belleğimize güzel bir anı daha…Bakalım Bükreş daha ne anlar tattıracak hafızalarımıza.

Sonunda rast geldik tur otobüsüne. İçeride karşılaşıyoruz, kongre için ülkemizden gelmiş akademisyenlerle. Nedense insanımız yurt dışında değil konuşmaya, selamlaşmaya bile niyetli değil. Maalesef bize yıllarca anlatılan biz, artık biz değiliz, azalan hoşgörümüzün ve insanlığımızın acıttığı yüreğimizi, etrafı seyrederek sessizce susturmaya çalışırken, mimari anlamda şehre hayran kalıp güzergahı turlamışız bile. İlk kez karşılaştığımız ‘Hopp On, Hopp Off’ kavramında, belirlenen süre içerinde, istediğimiz durakta sınırsız inip binebilirmişiz. Ne güzel, tam bize göre derken hızlıca bir plan yapıyoruz; nereleri adım adım gezmeli, nereleri görüp geçmeli diye.

  İtalyan kilisesinin hemen ilerisinde inip, kalabalık bir sokağa bırakıyoruz kendimizi. Strada Pictor Arthur Verona da bir sokak festivali. Çoğunluğu gençlerden oluşan, tek bir teması olmayan renkli ve heyecanlı insanlar birlikteliği.


Sokak aralarında gezerken duvarlarındaki resimleriyle bir otopark çekiyor dikkatimizi. Tur otobüsünün bize kazandırdığı zamanla, elimizde harita, daha çok yer görebileceğiz sanki. Biraz acıktık, biraz da buharlaştık . Mc Donalds’da  chicken menü eşliğinde serin bir mola.


Otobüsle gezerken Calea Victoriel caddesi, Odeon tiyatrosu, Cec Palace, Cercul Military National, ve daha birçok tarihi yaşatan bina, mimari anlamda görsel bir şölen sunuyor gözlerimize, yada göz penceremizden bakan ruhumuzun derinliklerine… Bakım için çevrilen Zafer Takını yakından görememek varmış kaderde.  Herastrau park ise  uzun bir zaman dilimine, ertesi güne bırakılmalı. Odeon Tiyatrosunun önünde ise bir sürpriz bekliyor bizi.  Atatürk meydanı. Buraya mutlaka yürüyerek de gelmeli.

Şehri gezerken hiç camiyle karşılaşmadık, öyleyse otelde kısa bir mola. Ardından aklımızda kalan yerleri adımlamada sıra. Parlamento binasının önündeki bulvarla birleşen geniş alan, akşam için hazırlıkta. Klasik müziğin Madonnası olarak bahsedilen, besteci, kemancı ve orkestra şefi Andre Rieu’nun bu akşamki konser afişleri heryerde ve heryerde koşuşturanları, güvenlik görevlileri. Çalışmaların aralarından geçerek dalıyoruz ara sokaklara. Hayranlıkla seyrederken tarihi binaları, karşımıza çıkıveren Macca Villacresse Pasajını da keyifle turlamalı. Ulaştık sonunda Atatürk Meydanına. Büstünün yanı başında, bankta otururken daha bir gururlu hissediyoruz kendimizi. Hemen arkada Odeon Tiyatrosu, onun yanında Ramada Otel, bizim yanımızda ise otelde kalan, buraya seminer için gelmiş Halk Kültürü Araştırma Kurumu başkanı Prof.Dr.İrfan Ünver Nasrattınoğlu. Nasipte kendisiyle burada tanışmak varmış. İnsanlığımıza dair ümidimizi kaybetmek üzereyken, babacan tavırları ve hoş sohbetiyle günümüze eklenmiş bir sürpriz, bir hediye…

Hava kararmak üzere.  Biraz da Cercul Military National’ın basamaklarında su sesinin dinginliğinde vakit geçirip kızımıza arkadaş oluveren bir kızın oyuna katılıyoruz bir süre, hep birlikte.  Vedalaşıp, hızlandırıyoruz adımlarımızı. Otele dönüşte, konser alanı parlamento binasının basamakları dahil her yer tıklım tıklım. Şehirde yaşayan herkes, şık giyimleri, özenle hazırlanmışlıkları ve yüzlerindeki heyecan ile burada sanki. Sanat, Bükreş için ne kadar da önemli. İbis otelin olduğu caddeye ulaşmak kalabalıkta biraz zaman alsa da, neyse ki kavuştuk sonunda. Şimdi güzel bir uyku vakti.


İyi bir kahvaltıyla güne hazır olmak gibisi yok. Bugün ilk hedefimiz Parlemento Binası. Daha kapıları açılmadan ellerimizde pasaportlarla bahçesinde buluyoruz kendimizi. İlk sırada olduğumuzu düşünüp, sevinçle ödemeyi yaparken, önce grupların alındığı ve yaklaşık bir saat kadar beklememiz gerektiği gerçeğiyle yüz yüzeyiz. Elinden oyuncağı alınmış çocuk misali, biraz şaşkın, biraz da öfkeli bir köşede bekliyoruz sıramızın gelmesini. Neyse ki bizim gibi yalnız  gelen ziyaretçileri birleştirip yirmi kişilik bir grup oluşturabildiklerinde verdikleri bir tur rehberiyle başlıyoruz sarayı gezmeye. İki saat boyunca gezdiğimiz alan, yaklaşık dörtte birlik kısmı olmalı. Her biri ayrı tema ile bezenen odaları, perdeleri, sandalyeleri, masaları, metrelerce yükseklikteki tavanı, Unirii caddesinden neredeyse ufuk çizgisine kadar bakan balkonuyla, tüylerimizi ürperten büyüklükte bir bina. Yapımında yaşananları duydukça insan ister istemez, kızıyor Nikolay Çavuşesku’ya. Zamanın neleri verip, neleri aldığını anlatan tarihinin kokusu sinmiş sanki her bir taşına.

 Sarayda günün ilk sürprizi Andre Rieu çıkıveriyor karşımıza. Kısa bir selamlaşmanın ardından kaldığımız yerden tura devam.  Tavan süslemeleri, avizeleri, zemine sıklıkla yerleştirilmiş bina planı, resimleri, toplantı odaları, ilk kez yakından gördüğümüz çevirmen kabinleri… Bu duvarlar ne konuşmalara şahit oldu ki?


  Kısa bir pasaport teslim kuyruğuyla ayrılıyoruz Parlamento Sarayından. Sırada Herastrau Park bekliyor bizi. Otoparkına bırakıp aracımızı, aklımızda kalmayacak kadar az bir ücretle giriyoruz içeri.

 Zaman makinesiyle seyahat etmişiz gibi ulaşıyoruz yüzyıllar öncesinde, muhteşem bir doğanın içerisine. Sanki eski bir film sahnesinde geziyoruz görünmezlik iksirimizin sayesinde. Avrupa’nın en geniş açık hava müzesi deseler de; köy evleri, bahçeleri, kullandıkları aletleri, çocuk parkı, tahtadan yapılmış dönme dolabı, kiliseleri, kilerleri, değirmenleri, kıyafetleri ile her an ev halkı tarladan dönecek, çocuklar kapıdan koşarak çıkacaklar gibi. Her köşesi, her ayrıntısı öyle keyifli ki. Nerede yaşadığımızı, nerede olduğumuzu, hangi zamanın içinde hangi kimliğe büründüğümüzü unutturan, hiç sıkılmadan geçirdiğimiz koca bir öğlen vakti. Ortasındaki büyük gölet ve etrafında adım adım yürüdüğümüz  kulübesi ile bir kartpostal karesi. Biraz evlerin içinde dolaşıp, biraz suyun dinginliğine dalarak dinleniyoruz oturduğumuz bir taşın kenarında. Rengi, kokusu, huzuru ile atıyoruz üzerimizden günlerin, belki de yılların yorgunluğunu.

Zor da olsa ayrılmak vakti derken, yerel radyo spikerlerinin, beyaz keten üzerine işlenmiş rengârenk çiçekleri ve kenar oyalarıyla ortama uyum sağlayan kıyafetleri içerisinde program yapıyor olması da bize bugünün bir diğer sürprizi. Çıkıştaki hediyelik eşyalardan almadığımıza, şehir merkezindeki fiyatları görünce üzülmedik değil hani.

Yol üzerindeki Carrefour’da dolaşıp biraz, ayrılıyoruz ellerimizde ton balıklı sandviç malzemeleri ve oyuncaklarla. Eğer küçük bir yol arkadaşınız varsa, oyuncak en önemli ihtiyacınız oluverir bir anda.  Otele dönüp azıcık dinlenmenin vakti.  Sonra yine caddeler ve adımlar…

Yine bir ara sokakta Sinagogla karşılaşıyoruz. Sofia’ da ve Budapeşte’de olduğu gibi çalıyoruz bir kez daha açmadıkları kapılarını. Her inanca açık camilerimizin yanında, karşılaştığımız tüm sinagogların kapıları nedense bizlere yine kapalı.



Hava kararmadan kızımıza söz verdiğimiz çocuk parkına yetişmek sıradaki en önemli görevimiz. Yanından geçerken fark ettiğimiz Çeşmeci Parkını gezememek içimizi acıtsa da, siyaha bürünen gökyüzünü, altın sarısı ışıkları ile aydınlatan Parlamento Binasının hemen yanı başındaki çocuk parkında geçirdiğimiz zaman da oldukça keyifli. Koşuşturan çocuklar, sohbet eden aileler, parkın içerisinde tur atan atlı polislerle, gecenin karanlığına kadar kalan nadir ailelerdeniz sanki. Gökyüzüne süzülen ışıklarında dans eden kuşlarıyla, gece daha güzel daha masum görünen parlamento binasını dalıp seyre veda ediyoruz bugünkü Bükreş’in güneşine.


Ertesi sabah, vakit yine yollara düşmenin vakti. Keşke Ruscuk üzerinden değil de, Köstence üzeri geldiğimiz yoldan geri dönseydik diyeceğimiz, navigasyona inanıp, tabelaları önemsemeyen biz gibilerin çile çekeceği, çetrefilli bir yol bekliyor bizi.

Sevgili Bükreş; hep daha küçük hayal etmiştik seni. Mimari eserlerinle bizi büyülerken, geniş caddelerin, ara sokakların, geçmişin izlerine saygın, geleceğe dair umutlarınla, şanına yakışır büyüklükte ‘’doğunun Paris’i ‘’ olduğunu gösterdin bize. Daha serin bir zamanında yeniden görüşmek dileğiyle. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder