25 Temmuz 2018 Çarşamba

Paris Noir et Blanc

     Eylül ayının son günlerinde çıkıyoruz; adı aşkla anılan dillere destan şehri görmeye. Uçak sabahın erken saatlerinde, öyleyse bir gece önce İbis Tuzla’da konaklamalı. Sorunsuz bir uçuşun ardından, Orly havalimanında kavuşmanın sevincini baltalayan bir kuyruk var önümüzde. Bir saatten uzun süren pasaport kontrolü için bekleyiş tamamen düş kırıklığı. Daha bununla bitmiyor elbette. Bize sınırsız ulaşım hakkı sağlayacak Navigokart’ı almak için hemen dışarıdaki bilet gişesinin önündeyiz. Tabii ki ellerinde kalmamış(!) Kurnazlıkla, bizi Paris merkeze yönlendiriyorlar, satıp hemen Orly Bus biletlerini. Otobüsteki ten rengi farklı iki yolcunun yer tartışması da tuz biber yorgun zihinlerimize.  Nedense hiç hayal ettiğimiz gibi başlayamadık bu şehre.



     Nasıl sıkılmışsa artık canımız,  Denfert-Rochereau istasyondan alabildiğimiz Navigo Kartlar ilaç gibi geliyor. Zaten kalem ve fotoğraflarımızı çoktan hazırlamışız. Çarçabuk ayarlayıp iki hat değiştirdikten sonra varıyoruz otelimize. Porte de Vanves metro durağından on adım sonra Novotel Suite’nin kapısında olmak öyle güzel ki…



     Pont des Arts, namı diğer Aşk Köprüsü üzerinde kısa bir soluklanma… Günün geri kalan son kısmında kayda değer bir isim olmalı. Seine Nehri kıyısında, akıllara Enrico Macias’ın kırmızı elbiseli Zingarella’sını getiren batı cephesindeki avlusu, ardından heykelleri ve oymalı üç giriş kapısıyla bizi karşılayan Notre Dame’ dayız. Paris’in tarihiyle özdeşleşen yapı. Dışarıda oluk görevindeki korkutucu çörtenleri tamamlarken efsanevi güzelliğini; heykelleri, işlemeli camları ve ışığın dans ederek süzüldüğü muhteşem gül pencereleri ile içi de göz kamaştırıcı. 1163 yılından 1330’a kadar yapımı süren bu gotik şaheser, krallara taç giydirildiği, haçlı seferlerine çıkanların kutsandığı günlerinin yanı sıra, ibadetin yasaklandığı, yağmalandığı, şarap mahzeni olarak kullanıldığı günleri de görmüş. Şimdi arkasındaki ağaçların altında biraz dinlenme, eşsiz uçan payandaları ile katedrali doğu ucundan izleme ve küçük parkında kızımızın eğlenme zamanı.  Buradaki kalabalığın gösterdiği gibi; Katedral yıkılmak üzereyken öne çıkıp kendisini kurtaran Victor Hugo’ya çok şey borçlu. Peşi sıra onca roman, müzikal ve film de cabası.
  
     
     Yolumuzun üzerinde görünce Louvre müzesini başka bir zamana planlamış olsak da, kaçırmıyoruz güneşin ışıklarında parıldayan cam piramidinin ucuna dokunmaca fotoğraflarını. Aklımızda Paris Museum Pass alıp, burayı Nocturals Opening(gece seansı) listesinde değerlendirmek var. Böylelikle gece-gündüz dolu dolu yaşayabiliriz bu şehri.

     İnsanların yeşil metal sandalyelerine oturup sohbet ettikleri küçük ördekli havuzlarla süslenmiş dingin Tuileries bahçesini takiple, göçmen satıcıların ablukasından sıyrılıp çıkıyoruz Concorde meydanına.  Tüm heybetiyle 3200 yılllık Luksor dikilitaşı karşımızda. Hızlı seyreden yüzlerce araçlık kavşak mı, yoksa bir zamanlar giyotinin altından akan oluk oluk kan mı uzaklaştırıyor bu meydandan bizi bilinmez. 


     Seine nehri kıyısında uzunca bir yürüyüş ve bugünün sürprizi; pırıl pırıl heybetli atları, şık üniformaları ile karşımıza çıkan süvari birliği geçit töreni. Bu güzel anın ardından noktalıyoruz günü, zar zor görülen metro girişleri ve kaba insanlarıyla. Sanırım biraz da kırgınlık var üzerimde, oysaki hasta olmanın hiç de değil zamanı. 


     İkinci gün, leziz kruvasanlar ile keyifli bir başlangıç. Ardından eşimin sürpriz dediği yere doğru yol alıyoruz. Çiseleyen yağmurun altında, kaplumbağa hızıyla ilerleyen kuyrukta bir saati aşan bekleyiş. Tam vazgeçelim mi derken geriye dönüp bakıyor ve ardımızda birikenin önümüzdekinden fazla olduğunu görerek olduğumuz yerde kalıyoruz. Sonunda zafer bizim ve kapıda ‘Arrete! Cest İci L’Empire De La Mort’ (Dur! Burası Ölümün Krallığıdır.) yazısı. İşte içerideyiz. Kural; ‘Asla geri dönmek yok’.  Görebileceğimiz en enteresan yerlerden biri olmalı. Yerin 20 m altında ve yaklaşık 2 km süren bir parkur. Eski taş ocağı, şimdi ise bir yer altı mezarı; Catacombes. Belli bir düzen içerisinde dizilmiş uzun kemikler ve kafataslarıyla örülmüş soğuk koridorlar. Hatta kalpler ve şekillerle yaptığı işe içindeki sanatı yansıtanlar da olmuş.  Amaç salgın hastalıklardan kurtulmakmış mezarları buraya taşırken, şimdi ise her ziyaretçiye farklı hisler tattırıyor. Ürpermektense, işte milyonlarca kişi neymiş, ne olmuş. Zengini fakiri, beyazı siyahı hepsi buraya kadarmış, biz de bu kadarız dedirtiyor bize.


     Yerden göğe çıkma zamanı; kısa bir otobüs yolculuğu ardından finiküler ile; şehrin en yüksek tepesi Montmartre’deyiz. Mutlu insanlar, arp sanatçısının ellerinden çıkan sesin büyüsüne kapılmış muhtemelen bizim gibi hayal mi, gerçek mi diye düşünüyorlar. Sanki bir masalın içerisinde ya da “Amelie” filminin bir sahnesindeyiz.  İşte merdivenlerin ardından yeşil zeminden mavi göğe yükselen bembeyaz Sacre Coeur. Buradan şehir mi daha güzel, şehirden görünen bazilika mı bilinmez. Hele güneşin ışıklarını hediye ettiği bir günde tadına doyulmuyor seyrin.

     Elbet içini de keşfetmeli. Büyük kubbelerin birleştiği devasa tavanı, düzenli sıralarıyla geniş bir ibadet alanı ve olmazsa olmaz ikonalarıyla kasvetten uzak ferah bir yapı. İşte o anda huzuru bozan bir gürültü. O da ne; kargaşanın tam ortasında bizim kız. Yeni evli turist çift, fotoğraflarını çekmesini isterken, o sırada ibadet eden siyahi bir kadın yasak olduğunu haykırarak tartışmaya başlıyor, çekilen fotoğraf silinip, güvenlik tarafları ayırana kadar. Niye insanları bu kadar gergin ki bu şehrin? Gözleri korkudan fal taşı gibi açılan kızımız, ustalıkla sıyrılıp hemen geliyor yanımıza. Artık bu burası daha da bir anlamlı.


     Şimdi Sacre-Coueur’un gölgesinin düştüğü Montmartre’nin dar sokaklarında kaybolmalı. Küçük bir meydanda omuz omuza vermiş sokak ressamları, ara sokaklarda müzisyenler, küçük bir kafede film çekimi. Sevimli hediyelik eşya dükkânları ve kurabiyeleri.  İşte şuradaki de Dalida’nın ki  olmalı dediğimiz birbirinden güzel bahçeli evleri ile şehrin her köşesi sanat kokan tepesi. 



     Keyifli adımlarla aşağıya, Kırmızı Değirmen “Moulin Rouge”da sıra. Adına yakışır görüntüsü ile hayalimdekinden biraz daha sıkışık sanki. Yıllar yıllar önce Nicole Kidman’ın başrollerini oynadığı filmde duymuştum adını. Birçok gösteriye ev sahipliği yapsa da, “Cancan Dansı” denilince ilk o gelirmiş akla. Bulunduğu cadde de en az kendi kadar renkli. Hemen önündeki metro havalandırmasında, çoluk çocuk eteklerini Marilyn Monroe gibi uçuşturmada.  


     İşte yazılışı ile söylenişi arasındaki farkı beni şaşırtan şehrin en güzel caddesi; Champs Elysees. Burası başlı başına bir şehir olmalı. Bir o kadar kalabalık, bir o kadar geniş. Yürümek bile zor. En ilginç ve en güzel vitrinler burada. Daha uzun bir zamanımız olsa da kalabalığı yarıp tek tek bakabilsek. Planlarımıza göre buradan birkaç kez daha geçeceğiz, artık ne kadarını görebilirsek.  Ancak bu güzel güneşli günde Charles de Gaulle meydanının tam ortasındaki Arc de Triomphe’u ardına alan fotoğraf sırasını kaçırmamalı. Öyle ilginç ki onlarca insan trafiğin tam ortasındaki arada tek sıra halinde bekleyip en güzel pozlarını veriyorlar. Biz de elbette alıyoruz, bu imece usulü fotoğraf çekinmedeki yerimizi. Zafer Takı’na ulaşmak başlı başına bir zafer aslında. Alt geçiti bulduktan sonra, bilet satış ofisinden hedefimiz olan 4 günlük “Paris Museum Pass” kartlarımıza ulaşıyoruz ve seviyoruz bu şehirde birçok müzenin çocuklara ücretsiz olmasını. Niyetimiz gece izlemek tepesinden şehri, o vakte kadar şimdilik veda. 


     Yine Champs Elysees. Bir kenarda, isteyenler için kiralık Ferrari turları, bir kenarda her çocuğun hayalini süsleyen Disney Store, bizse kendimizi Peugeot mağazasında buluyoruz. Kısa bir tur ardından, metro istasyonu arayışındayız. Caddenin ilerisinde sakinleşen yeşilliğinin ardında, hemen bir karmaşaya şahit oluyor gözlerimiz. Manzara; bir kapkaççıyı yakalayıp çevreleyen insanlar, kenarda korkudan ağlayan mağdur, polisi arayan bir diğer kişi ve ardından gelen polisler. Hepsi gözlerimizin önünde hepi topu üç-dört dakika. Soğuk görünen duyarlı insanlar. Teşekkürü borç bildiğimiz, yola çıkmadan Paris’i bize adım adım anlatan, ‘PARİSTE.NET’ Ahmet Öre’nin güzel Parislileri. Tam ümidimi kesmişken insanlıktan, bu bana iyi geldi, ihmal de etmiyorum çantama daha da sıkı sarılmayı tabi.



     Bugünün akşamına imzayı Eiffel kulesi ile atmalı. Işığı ile göğü aydınlatan, yaklaştıkça insanı heyecanlandıran kule işte tam karşımızda. Aşk olsun! Kim demiş çirkinsin, diye. Değil Paris’in belki de tüm Fransa’nın sembolü bu demir kule. Sıkı bir güvenlik kontrolünün ardından iyi ki gece gelmişiz dedirten kısa bir sıra ve asansör ile işte tepeye. Tüm şehrin ışıkları süzülürken ayaklarımızın altında,  düşünüyoruz Paris’teki en muhteşem anda olmalıyız diye. Sonunda ayrılmak zor gelse de, iniyoruz parlayan ışıktaki merdivenlerini. Ardımızda kalsa da dönüp dönüp bakmamak elde değil. Şehrin en heyecanlı noktasında sonlandırıyoruz bugünü de.


     Güne dünyanın en büyük askeri müzesi; Musee de I’Armme’den başlıyoruz. Başlamakla kalmayıp neredeyse günün çeyreğini buraya adıyoruz. Tablolar, üniformalar, aklımızın ucundan bile geçmeyen, yüzlerce kara-deniz-hava savaş teçhizatları, tanklar, toplar, tüfekler, haritalar, planlar ve elbette ki Charles de Gaulle’e ayrılmış özel bir alan ile bitmek bilmeyen savaş tarihi. En güzellerinden biri, üzerinde Fetih suresinin yazdığı yıpranmış kılıç olmalı. 



     Burayı özel kılan; birkaç askeri dehanın yanı sıra, ihtişamlı tavanın altında Napolyon’un iç içe altı tabuta yerleştirilmiş naaşı olmalı. Girişte göze çarpmıyor hemen Les Invalides’ te parıldayan altın kubbesinin aksine.  Sanki binanın ortasında büyükçe bir deliğe saklanmış. Resimleri, gençliğinden yaşlılığına süslerken müzenin duvarlarını, işte buraya kadarmış diyor yapayalnız son tahtından. 

     Günün geri kalanı için Rodin müzesi olsa da niyetimiz, Paris Museum Pass broşüründe açık görünen gece seansı nedense şansımıza “kapalı”. Zamanımızı dolu dolu gezmek için ayarlasak da, demek ki her zaman bir B planımız olmalı.  Bu arada görerek ulaşmak keyifli olsa da, bizim gibi zamanı değerli insanlar için metro tartışmasız ilk tercih olmalı. İki saat kaybımıza neden olan otobüse ithafen yazılmıştır son satır. O zaman; şehrin yeni yüzünü görmeye La Defense’e.


     Gökdelenler aşkına! Ortada koca bir meydan, yanlarda iş ve alışveriş merkezleri. Bir ucunda ise görmeden tahmin bile edemediğimi anladığım devasa büyüklükte, içinden şehir uzanan, ortası delik ve algılaması zaman alan gördüğüm en ilginç bina; Grande Arche. Dediklerine göre Notre Dame Katedrali bile sığıyormuş içine. Avrupa’nın en büyük finans merkezi olmasına karşın, kargaşadan bir o kadar uzakta. Meydan akşamki etkinlik için hazırlanırken, yanlardaki alışveriş merkezlerinde küçük bir gezinti hiç de fena olmaz sanki. Tahminimize zıt dinginliğine şahit olunca, keşke bu civarda konaklasaymışız diyoruz. Belki bir daha ki sefere…



     Gece – gündüz tüm vaktimizi en değerli şekilde planlamaya çalışınca, bu günü de Arc de Triomphe ile taçlandırıyoruz. Daha önce yolunu öğrendiğimiz alt geçitten çabucak ulaşıyoruz girişe. Salyangoz kabuğunu çağrıştıran, uzunca nefes kesici spiral basamaklar. Önce küçük bir sergi alanı ve birkaç basamak daha. İşte muhteşem terasıyla, on iki ana yolun kesiştiği, Charles de Gaulle meydanın tam ortasında 50 m yükseklikteyiz. Napolyon’un emriyle 1807 de yapılamaya başlanıp otuz yılda tamamlanan bu Zafer Takı, bu güne kadar gördüklerimin en güzeli. Ayaklarımızın altında kayan araç ışıklarının yanı sıra, tüm şehre uzanan yollarıyla, gökten düşen bir yıldız sanki. Burada güneşi uğurlayıp karanlığı karşılamak, işte bu anlatılamaz.  Çıkışımızdan farklı merdivenlerle inişimiz. Meçhul asker anıtını ziyaretle veda ediyoruz bu efsaneye. 


     Ertesi sabah rutinimizden bir saat daha geç kalkıyoruz. Bugün kendimi daha iyi hissediyorum. Hedefimiz Chateau de Versailles; dillere destan Versay Sarayı. 1661 yılında av köşkü olarak yapılsa da zaman içinde Avrupa’nın en büyük sarayı ünvanını alıyor. Saraya ulaşmak için tren istasyonundan, giriş avlusuna kadar uzanan iki tarafı ağaçlarla örülmüş bir geçit havası veren yolda yürümenin keyfi paha biçilemez. Altın sarısı renkteki devasa kapının önünde uzanan sıranın en gerisine yerleşmemizle başlıyoruz yaklaşık yarım saat sürecek bekleyiş. Gişenin ardından bir de giriş sırası, artık sonunda içerideyiz. Kızımız için de hediyeleri; macera dolu eğlenceli bir harita.


     Odalardan odalara geçiş, duvarları süsleyen muhteşem tablolar. Saray ahalisinin bazen soluk, bazen parlak yüzleri, kimi donuk kimi masum, kimi de şeytani bakışlar; işte hepsi duvarlarda. Dünyadan bihaber, çoluk çocuk buraya hapsolmuşlar sanki. İhtişamın boğuculuğu tam da soluk almamızı zorlaştırmışken, nefes kesen bir salon karşılıyor bizi.  Öyle ki; yanındakinin omuzlarına çıkmış fotoğraf çekmeye çalışanlar bile var. Odalardan akan insan selinin göllendiği, aynalar, şamdanlar ve altın sarılı ışıltılarla dolu göz kamaştırıcı uzunca bir oda. Versay Antlaşması gibi birçok tarihi ana tanıklık eden bu salonda, bir anlığına gözlerimi kapatıp hayal ediyorum, kabarık elbiseler içinde dans eden insanları.  “Kraliçenin Vedası” filmindeki gibi. Gerçeküstü. 


     Kendi kadar, uçsuz bucaksız bahçeleriyle de ünlü Versay. Hakkı da var. Ağaçlar, çiçekler, mitolojik heykeller, göletler ile bitmek bilmez büyüklükte. Vaktimiz olsaydı da uzanıp çimenlerine, daha derin çekebilseydik havasını içimize.

     Merkeze ulaşıp Orangeria Müzesini gezmede sıra. Cloude Monet’in devasa tabloları, tarihe isimleriyle imza atmış birçok sanatçının eserlerinin yanı sıra sergi alanları ve maketleri de barındırıyor içerisinde. 


     Sırada bu akşamın etkileyici mekânındayız. Çok eski zamanlarda tren garı olarak kullanılan, yıllar önce de “Hugo” filmiyle zihnimizde kalan Orsay Müzesi. Daha girerken büyülüyor binanın nefesi. Başımızın üzerinde yerleşen saati takiple, heykellerle uzanan ana hol. Sağlı sollu koridorlara saklanmış galeriler ve paha biçilmez eserler. Kendini anlatan resimler.  Sanatın ve kültürün yanında, duyguların haykırdığı onlarca tablo. Bence herkes kendi resmini bulabilir burada. 


     Osman Hamdi Bey, Renoir, Picasso, Cazenne, Monet ve daha niceleri. Resimler kadar işlemeli çerçeveler de çevreliyor ziyaret edenleri. Sanki bir zaman makinesi. Alt katı, üst katı, ardından tüm müzeyi ayaklarınızın altına aldığınız iç terası ve koca bir saatten dışa açılan çatısıyla güzelliği kazınıyor hafızalarımıza. Bu arada kızımızın fark ettiği küçük bir ayrıntı; “Anne, ziyaretçilerin hepsi beyaz, ama çalışanların hemen hemen hepsi birçok yerde olduğu gibi burada da siyah, neden ki?”


     Beşinci günün sabahında erkenden düşüyoruz yollara. Bana kalsa asla çözemeyeceğim metro hatları ve havasız karmaşık istasyonlarıyla şehirde ulaşamayacağımız yer yok gibi. Öylesine işlevsel, öylesine eski. Şimdi de mimari açıdan farklılığıyla ön plana çıkan, Fransa ile yirmi Arap ülkesi tarafından 1980’de yapılan Institut du Monde Arabe’de sıra. Güvenlik kontrolünün ardından sadece belirli katlar gezilebiliyormuş öğrendik. Her ne kadar adı İslamiyeti çağrıştırsa da birçok dine ait el yazmaları, tablolar ve eserler mevcut. Sergi alanlarının dışında yerel çalgı aletleri ile oluşturulan sanal müzik gösterisi ve kıyafetler burayı canlandırsa da en ilginci kendini güneşin ışığına göre ayarladığı söylenen ışık perdeleri. Fransız Mimar Jean Nouvel tasarlamış, arap coğrafyasından çok çok uzakta görünen bu ilginç yapıyı. Binanın güney yüzünde 1.600 metal perde ve her perdede ışığa duyarlı 21 iris. İçerisi ise; ne bileyim, çok daha güzel olabilecekken, yeter bu kadar denmiş gibi. 


     Grande Mosque var vakti gelmişken sırada. 1. Dünya savaşında ölen Müslümanların anısına 1922 de yapılan bu camii kendine has tarzı, ortada bahçeli geniş bir avlusu ve kenarlara sıralanmış ibadet alanları ile alışılmıştan farklı. Bir zamanlar hamamı bile olan koca bir kompleks. Karşısındaki parktan seyredip farklı mimarisini, akın akın insan seliyle biz de yöneliyoruz içeriye. Bugün cuma ve biz hep bahsedilen Arapların meşhur yeşil çayını içemediğimize üzülmek yerine, yer bulabildiğimize sevinir oluyoruz, bir saat öncesinden geldiğimiz halde. Tüyler ürperten güzellikte, tarifi mümkün olmayan bir his; her renkten, her mevkiden insanın bir olup, kaldırımlara kadar tıklım tıklım doldurduğu bu anı Paris’te görmek…


     Bir sonraki hedefimiz; yolun kenarına uzamış kısa bir sıranın ardından, biletimizi alıp girmek, muhteşem mimarili Sainte Chapelle’e. Zemin katında sütunların sanki örümcek ağı gibi birbiriyle tavanda kavuştuğu, renkli kubbelerle çevrili hizmetliler ve asil olmayanların şapeli karşılıyor bizi. Ardından daracık merdivenleriyle üst kata çıkıyoruz ve gözümüze ilişir ilişmez nefes kesici güzelliği karşısında yankılanıyor ‘vaaaaoov’ sesleri. Kral ve ailesinin ihtişamlı dua yeri. Rengârenk vitrayların gül penceresiyle buluşup göğe uzandıkları hayranlık uyandıran yapı. Sızan ışık huzmelerinin içinde, başka bir dünyadaymışız gibi. İçerideki binden fazla renkli dini tasvir, ufacık bir balkonla buluşuyor. Ortaçağda gördükleri gibi ‘cennete açılan bir kapı’. Tam anlamıyla büyüleyici. 


     Yıllardır başucumda duran, hep hayal ettiğim Paris fotoğrafındaki Conciergerie hemen yanı başımızda. Uzun bir zaman hapishane olarak kullanılmış, şimdi ise müze. Fransız Devriminden sonra tarihe adını yazdırmış birçok kişi gibi Marie Antoinette’nin de mahkûm edildiği koca yapı. Hücreler, nöbetçi odaları, defterler, hatta kullanılmış bir giyotinin bıçağı. Küçücük kilisesi ve binanın duvarlarındaki o günlerin resmedilişleri tüyler ürpertici. Dışarıdan ne kadar güzelse, içeriden de bir o kadar acı.

  

     Yakınlardaki fast food restoranı Subway’i ilk deneyimimiz. Aklımıza şüphe düşürse de mekânın temizliğe karşı direnişi, pratik ve lezzetli sandviçleriyle ekleniyor yerler listemize. Köprü kenarındaki yeşilliğin içinden nehrin yanına gizlenmiş Yahudi Anıtını da ziyaret ediyoruz hiç sevimli olmayan görevlilerine rağmen. Adımlarımızı hızlandırmışken, birden duruyoruz Shakespeare and Company Bookstore’un önünde. Eski yeşil görünümü ile öyle sevimli ki. Hemen fotoğraflarımızda saklamalı bu anı. 

     Günlerdir yolların bizi önüne getirdiği, Paris denilince akla gelen ilk üç şeyden birini görmede sıra. Bugün gece yarısına kadar açık olan, kalenin içine saklı Musee du Louvre’dayız. Girişi; büyük avlusundaki güzelliğini taçlandıran cam piramitinden. Yüzyıllardır belki de dünyanın en zengin müzelerinden biri. Tarih ve sanat kucak kucağa. Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa’sı için oklarla yön çizilmiş bile. İşte bin bir anlam yüklenen efsanevi gülüşüyle karşımızda. Evet en kalabalık oda burası, ama bu tabloya gelene kadar paha biçilemez yüzlerce eserle parıldıyor gözlerimiz.  Duvar büyüklüğündeki dev tablolarsa şaşırtıcı. Dantelci Kız, Napolyon’un taç giyme töreni, Milo Venüsü gibi tanıdık gelse de popüler olanlar, en çok antik Mısır çekiyor dikkatimizi. Piramidin içine girmek ve bir mumyaya bu kadar yakın olmak, tüyler ürpertici. 

     Biraz kafaları karıştırsa da müzenin düzeni, neden ‘girilmez’ yazan anlamadığımız bazı galerilerinin yanında, atladığımız yer kalmadı deyip kapanma saatine yetiştiriyoruz gezimizi. “Da Vinci Şifresi” filminde gizemin saklı olduğu ters piramidin ucu, işte burada zemin katında. Son bir şans ile henüz indirirken kepenkleri, rica edip içindeki mağazadan koca bir bebeği de alıyoruz yanımıza. Nasıl götüreceğiz diye hiç düşünmemişiz belli. 

     Müzenin içine uzanan metro durağının kapanmış olduğu gerçeği şaşkınlığındayken biz ve bizim gibi onlarca kişi, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında gecenin bir vakti bekliyoruz otobüsün gelmesini.  Ardından sonlandırıyoruz günü yaklaşık bir saatlik mecburi, karanlık ve ıslak Paris turu ile.   



     Bugün bizi sütunlu girişinin ardında uzanan kubbesiyle Pantheon karşılıyor. İçinde sürprizleri. Dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğünün ispatı ; Foucault Sarkacı bir yana, içeride fiziğe atıfta bulunulan birçok sanatsal gösterisi. Şanslı başladık diye düşünüyoruz ama kısa bir süre. Bodrum katında sadece Fransa’ya değil tüm dünya tarihine adını yazdırmış onlarca naaşın bulunduğu bölmeleri dolaşıyoruz bu devasa anıtta. J.J.Rousseau, Voltaire, Alexandre Dumas, Victor Hugo ve aklımda kalmayan diğerleri. İşte tam burada fark ediyoruz tripotumuzun tokasını unuttuğumuzu. Dün kurduğumuz son yere geri dönsek de, parça bize geri dönmüyor maalesef. Neyse güzel anlar ufak kayıplarla zedelenmemeli. 



     Villet parkının içindeki Avrupa’nın en büyük bilim müzesi; Cite des Sciences et de I’Industrie’de sıra. Düzeni biraz karmaşık olsa da, hücreden uzaya kadar akla gelebilecek her alanın işlendiği eğlenceli oyunları, inanılmaz film, deney ve görselleri ile aslında tam bir günü hak edecek büyüklükte. Evet, zamanımız kısıtlı olsa da kapanana kadar buradayız aşikâr. Dışarıdaki denizaltının son seferine kılı kılına yetişsek de, Burger King’de karnımızı doyururken kilitliyorlar binanın giriş kapılarını. Ardından çimlere uzanıp seyretmeli; devasa sinema salonu parlak küre; La Geode’yi. 


     Güneşi, içi dışında olan kültür-sanat merkezi Pompidou’da batırıyoruz. En üst katına kadar çıkıp camların ardından şehre göz gezdirmeli. Pek anlam veremesem de onca insanın önündeki beton zeminde oturup binayı seyrine, sanırım burası “heykelin altında buluşalım” noktalarından biri olmalı. Bizce, ünlü sokak sanatçısı Jef Aerosol’un koca duvara boyadığı Salvador Dali resmi çok daha görülesi.   Karanlıkta ışıldayan Champs Elysees’de son gecemizin son turu.


     Kahvaltımızı bile yapmadan, 1884 yılına kadar başlangıç meridyeni olarak kabul edilen Gül Çizgisi’ni görmek için Saint Sulpice kilisesinde açıyoruz gözlerimizi. Ağaçlarla çevrili meydanı ve ortasındaki çeşmesinin ardından tüm ihtişamı ile karşımızda. Sağ ve sol birbirinden farklı kuleleri ve koca sütunlarıyla bildik görüntüden uzakta. İçerisi ayin için hazırlanırken, buluveriyoruz hemen; “Da Vinci Şifresi” filminde dikkatimizi çeken yerdeki pirinç Gül Çizgisini. Takibinde duvara uzanan dikilitaş şeklindeki sütunu tabi ki.  


     Niyetimiz marketten kahvaltılık almak olsa da, aaa bugün pazar ve marketlerin çoğu kapalı. Ve bunu fırsat bulan eşim, sayılı saatlerimizi acaba yetişirmiyiz şeklindeki endişeli bakışlarım arasında, Paris’in en prestijli mezarlığı ; Cimetiere du pere Lachaise’i ziyarete ayırıyor. Balzac, Chopin, Oscar Wilde, Edith Piaf gibi birçok ünlünün yanı sıra bakıyoruz ki Ahmet Kaya ve Yılmaz Güney’de burada. Zamanı unutuyoruz, iyi ki gelmişiz.

     Otele dönüp, küçük bir kahvaltının ardından, anlayışları sayesinde bir saat geç çıkış yapabiliyoruz. Tramvay ile İlber hocanın da bir zamanlar tahsil gördüğü Cite Universitaire’nin önünden geçip, ardından metro ve Orly Bus ile ulaşıyoruz hava alanına. Küçük sürtüşmelerin ve gergin insanların arasında. Şehrin ismine yakışmayan bir havaalanı. Saatler süren kuyruklar ve bizi bekleyen inanılmaz gürültülü bir uçak yolculuğu.


     Bir zamanlar garip gelmişti; Japonların “Paris Sendromu” hastalığı, ta ki görene kadar seni. Hayalini kurduğunu bulamamak olmalı aslı. Bendeki ise; muhteşem güzelliklerini gölgeleyen gergin insanların. Bazen birkaç insan sevdirir koca şehri, bazen de uzaklaştırır tüm  güzellikleri. Fazla karmaşık, fazla ayrışıksın. Sen yalnızca sen olduğunda Aşksın. Gururlusun ama mutlu değil.  Sevgili Paris; isteriz ki yine buluşalım seninle, daha huzurlu daha sakin.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder