Yunanistan’ın inatla ‘Makedonya’ yazan
tabelalarının olduğu bölgesinden, çukurlu- dolambaçlı yolları, büyük kayaları
aşıp, gelincikler arasındaki manzaranın tadına varıyoruz derenin üzerine
kurulmuş köprünün kenarında. Bu kısa molanın ardından, ulaşıyoruz sonunda
kimseciklerin olmadığı sınır kapısı Niki’ye. Sakinliği, bakımsızlığı ve hiç
kontrole gerek kalmadan kolayca geçişimiz. Sonunda evet Makedonya’dayız. Tekrar yeşilliklerle ferahlayan yola devam.
İlk durağımız elçilikler şehri
olarak da anılan Makedonya’nın ikinci büyük kenti, diplomasinin merkezi;
Manastır(Bitola). Aracımızı merkezdeki boş otoparka bırakıp, kısa bir şehir
turunun peşinde, üzerimizde hızlanan yağmur, altımızda gürleyen nehir Dragon
ile varıyoruz İshak Çelebi Camiine. II.
Beyazid zamanında, Manastır kadısı İshak Çelebi tarafından yaptırılan, iyi
günlerinin ardından, Balkan savaşı zamanında mezar kitabelerinin kaldırım taşı
olarak kullanıldığı zamanlara da tanıklık eden koca bir külliyeden geriye
kalanlar. Kubbesinin iç çevresinde
panaromik doğa figürlerinin resmedildiği aydınlık ve olabildiğine sade bir camii.
Yeşilliklerin arasında TİKA ile ayakta. Hemen nehrin karşısındaki kapalı
kapılar ardında kalan, bakımsız ve mahzun Yeni Camii için de söyleyebilseydik
keşke aynı şeyleri.
Biraz ileride 33 m yükseklikteki XVI.yy dan kalma saat
kulesi ile şehrin merkezindeyiz. Saatleri anlatan müzikleri ile ünlü kulenin
yapımında, taş blokların birbirine sıkı tutunması için 60000 yumurta
kullanılmış söylentilere göre. Kulenin etrafındaki geniş park, hava iyi olsaydı
eğer, soluklanmak için güzel bir mekân olabilirmiş aslında.
Magnolia Meydanında yer alan
II.Philip’in atlı heykelinin de işaret ettiği, şehir parkına kadar uzanan en
büyük yaya caddesi, Şirok sokak yağmurda
ıslanan zemininin yansımalarıyla karşımızda. Önce karnımızı doyurup, yol boyu
bitkin düşen zihinlerimizi toparlamalı. Adını bile okuyamadığım pizzacıda
lezzetli bir margarita ve sahibi Zoran ile keyifli bir sohbet, biraz buralar,
çokça da İstanbul.
Önümüzde uzanan trafiğe kapalı
caddesine adım atmadan önce, girişteki markette kuru çorap alışverişi. En
iyilerinden olmalı, ama aşina olduğumuz Avrupa marketleri gibi değil, bellerini
büken bir şeyler var aşikâr. Bunun yanı sıra, bizdeki sahil kasabalarını
anımsatan, sağlı sollu küçük dükkânları, eski konakları ve aralara mücevher
gibi dizilmiş ağaçları ile tahminimizden çok daha güzel, sıcak ve sevimli bir
şehir merkezi.
Atıl durumda olan muhteşem yapıları yaksa da canımızı, bir sürpriz
karşılıyor bizi caddenin sonunda. Elbet burayı görmekti niyetimiz. Ancak saat
18.00 ve kapıdaki tabelaya göre ziyaret saatini geçmişiz çoktan. Yine de
şansımızı denemeden geri dönemeyiz. Görevliye halimizi arz edip, yüce gönlü ve
yüzümüzde kocaman bir gülümseme ile içerideyiz. İki katlı sıcak girişi, ahşap
zemini, ortasındaki kocaman dikdörtgen bahçesi ve tarihin sergilendiği
salonları ile Manastır Askeri İdadisi. İlk önce tabi ki, Atatürk’ün anı odasını
ziyaret. Kürsüsü, fotoğrafları, karnesi, kişisel eşyaları ve Yılmaz Büyükerşen
tarafından yapılan balmumu heykeli ile oldukça etkileyici. Makedonya’nın
arkeolojik ve etnografik tarihinin sergilendiği diğer salonları da dolaşıp,
tekrar teşekkür ediyoruz bizim için bu vakte kadar bekleyen görevlisine. Şehre,
anlam katan bu muhteşem mimarinin bir pozu ile veda.
Tekrar yollara. Ama ne yollar. Hava
kararmak üzereyken bu güne bir şehir daha sığdırma çabasındayız. Çukurlu daracık
sokaklarda bir köşe başına park edip aracımızı, başlıyoruz bu dar vakitte
Resne’ye. Yürüyüş için çıkmış bir çift, plakamızı görüp bizimle hemen başlıyor
sohbete. Ardından önce kasabanın merkezi
meydanına ve sonunda merak ettiğimiz Resneli Niyazi Bey Sarayı’na kadar eşlik
ediyorlar bize. Şengül Hanım ve eşi. Eskiden çikolata fabrikasında çalışırmış
Şengül abla, şimdi ise gençlere bile iş yok diyor. Kızlarını İstanbul’a
nişanlamışlar, zaten burada yeni neslin yaşam şansının olmaması ve maddi
sıkıntılardan dertliler. Kasabanın terk edilmiş görüntüsü de içler acısı.
Muhabbetin ortasında birden işte geldik diyor. Açıkçası olmasalardı bulana
kadar kıvranırdık şu meşhur sarayı. Alacakaranlıkta görebildiğimiz kadarıyla
yetiniyoruz Niyazi Bey’in hayalindeki küçük Paris’ten bu alanı. Sarı duvarları
ve geniş avlusu ile hala güzel iki katlı bir yapı. ‘Sarayımızda’ diyor Şengül
abla, şimdi seramikler, resimler sergileniyor. Hala çok seviyorlar, güçlükle
ayakta duran şehirlerini. Ve bizi sanki eski dostlarıymışız gibi aracımıza
kadar geçirip uğurluyorlar. Sonsuz teşekkürler artık Resne denilince ilk
aklımıza gelen iki güzel insana.
Bilmediğimiz bir yolda karanlığa
kalmak, değildir aslında âdetimiz. Ancak zaman her zaman planlanamaz. Gecede yağmurla
birlikte alırken yol, bir ışık beliriyor karşıdan. Polis durdurup anlatıyor
yolu kapadıklarını kaza nedeniyle. Soldaki servis yolunu işaret ediyor takip
etmemiz için. Birkaç aracın ışığı ile sanırım bir ormanın içindeki yolda
ilerliyoruz. Navigasyonda olmayan bir yolda çıkış peşindeyiz. Sağımızda anladığımız
kadarıyla bir dere de bizle birlikte akıp gidiyor bir bilinmeze. Bir an için
öndeki aracı takip etmek iyi bir fikir gibi gelmiyor bu ıssız yerde. Acaba
deyip bir boşluk bulup bata çıka geri dönme peşindeyiz. Ta ki sonu gelmeyen yolda karşıdan gelen iki
aracı görene dek. Bir müddet kenarda
bekleyip işi çözmeye çalışırken, ya da saç baş tartışırken mi demeliydim
bilmiyorum, tekrar yön değiştirip geldiğimiz yola ikinci kez çıkıyoruz. Belki
de bir saati aşan sürenin sonunda asfalta çıkışı. Doğrusu hiç bitmeyecek
sanmıştık.
Şükür ki kavuştuk sana, cennetten
bir damla dedikleri Ohri. Bu zorlu günün ardından şehre girer girmez karşımıza
çıkan ilk otelde yer bulabilmemiz de, tamam hadi sınavı geçtiniz gibi bir haber
bize. Yanında mini bir alışveriş merkezi ve çocuk oyun salonları olan farklı
bir otel. Gece yarısı olmak üzereyken rahat bir soluk alıyor ve anlamıyoruz
bile nasıl daldığımızı karlığın içine.
KAM Villige Town Hotel otoparkı,
temiz ve modern odasıyla beklentilerimizi karşılasa da, traditional dedikleri
kahvaltı, hayallerimizden çok uzakta. Sadece omlet ve yanında sıcak bir içecek.
Huzurlu bir geceye değer yine de. Yaklaşık yarım saat uzaklıktaki merkeze doğru
adımlıyoruz. Uzunca bir yoldan sonra, yürümek öylesine dinlendirici ki...
Minicik çarşının içindeki Zeynel
Abidin Paşa Cami ve yanı başına 1720 yılında yapılan Pir Mehmet Hayati Hz.
halveti, dergâhı ve türbesi ilk durağımız. Uzunca bir ömürdeki yıpranmışlıkları
TİKA tarafından restore edilen, hazireleri ile hala ayakta olan bu yapı belki
de şehrin en işlek yerinde, ancak kapalı kapılar ardında görmekle yetiniyoruz
bu vakitte.
Güneşin altında parlayan inci
misali, sonunda karşımızda Ohri. Limanı çevreleyen koca meydanda oturup tadına
varmalı anın. Koşuşturan çocuklar, sıralanmış tekneler, koca ağaçlar, buluşmayı
bekleyen insanlar arasında alıyoruz yerimizi. Ardımızda asırlık çınar ve Ohri
edebiyat okulunun kurucusu, Aziz, âlim, yazar ve eğitimci St.Clement’in
heykeli.
Şimdi çepeçevre dolaşmalı. Ahşap
iskelede hemen gölün üzerindeki adımları takiben ilerliyoruz içerilere. Hediyelik
eşyaların olduğu minik dükkânlar, taş baskı ya da ahşap oyma atölyeleri,
kemerli yapılar, birinin zengin Robevi ailesine ait olduğu da söylenen ahşap
cumbalı evler ve hatta bu evlerin minyatürleri sokak lambaları. Daha da
ilginci, XVII.yy da Evliya Çelebi’nin
dediğine göre her güne bir, tam olarak 365 şapel içerisindeymiş bu şehrin.
Saint Sophia Kilisesi ilk durağımız. Ortaçağdan kalma, geniş bahçesi ve kırmızı
kiremitleri ile göze çarpan belki de merkezdeki en büyük yapılardan biri.
Ağaçların altındaki arka avlusunda amfi şeklinde dizilmiş sıralarında oturup
serinlemeli.
Ohri denilince ilk akla düşen
resimlerden birine kavuşma anındayız. Kayalıkların üzerindeki göle hâkim
konumuyla saatlerce kalabilirim dedirten havari Yuhanna’ya adanmış kilise.
Sımsıkı kapalı kapılarının ardından içini göremesek de, hemen ardındaki tepeye
çıkıp, ormanın altındaki manzara; göl ve Aziz Yuhanna oldukça etkileyici.
Gölü takip eden orman içi patika, solumuzda
süregelen büyük bir yapının tadilatı ve sonunda her şeye tepeden bakmak.
Muhteşem manzaranın panaromik tadı ile Ohri Kalesi. Makedon bayrağı selamlıyor,
karşı kıyıda dalgalanan Arnavut kardeşini. Birçoklarına göre bakımlı ve
beklediğimizden daha kalabalık kaleden tüm şehrin özeti. Göz kamaştırıcı göl
manzarası üstünde fark etmiyoruz geçip giden vakti.
Aklımızda iki tepenin ardına
gizlenmiş, helenistik tarzdaki Antik Tiyatro. Yoldan uzanan bakımsız
merdivenlerin ardından sonunda evet sahnedeyiz. Tiyatronun yanı sıra, gladyatör
dövüşlerine, zaman zaman da infazlara şahitlik etmiş bu koca taşlar, anlaşılan
cüsselerinden çok daha fazla yükü sırtlanmışlar.
Tepeden koşa koşa merkeze doğru
inerken biz, bulutlar göz kırpıyor damlamak üzereyim diye. Bir miktar Makedon Dinarı
alıp burayı duvarımızda anımsatacak küçük bir tablo peşine düşüyoruz ve elbette
bir anahtarlık. Tam da bu anda yağmur öylesine şiddetleniyor ki, sığınıyoruz
hemen yanı başımızdaki kilisenin girişine. Kapıyı kilitleyip çıksa da bize
oturup kalmamız için bahçesinde yer gösteren nazik görevliye de teşekkürler.
İnsan olmak başka, insan kalabilmekse bambaşka.
Tekrar açan güneşi fırsat bilip
limandaki Ramstore marketten(ki bizdeki Migros) aldığımız dondurmalarla biraz
da çarşı turu. İki katlı eskimeyen binaları, minik dükkânları ve renkli
sergileriyle yirmi yıl öncesini solumak gibi.
Sıkışık, diz dize oturulan lokantalarında sabahın aksine tıka basa
doyurmuşuz karnımızı. Yine, yeni, yeniden yağan yağmur bu sefer ‘kuru yeriniz
kalmayacak’ dercesine boşalıyor gökten otele dönüş yolunda. Yarım saate yakın
bir bankta brandanın altında beklesek de, bata çıka sırılsıklam varıyoruz sonunda.
Kısa bir uykuyla günü ikiye bölüp,
geri kalanında kendimizi tekrar bırakıyoruz limana. Tekne turu ile değerlendirelim
gün batımını derdindeyken biz, bakıyoruz ki çoktan kaçırmışız treni. Reklam panolarında
yazdığı üzere, genelde öğleye doğru başlayıp 4-5 saat sürermiş turlar, ah-vah
içinde düşünürken karşıdan el sallıyor Kaptan Zoran. Gelin sizi bir saat
gezdireyim diyor, makul fiyatıyla. Küçücük teknesi ve koca yüreğiyle, anlata
anlata dolaştırıyor bizi.
-Burası “Elveda Rumeli” dizisinin
çekildiği, şurası da Osmanlı askerlerinin kaldığı. O kayalıklar da
zindanmış, üzerinde de saray, işte
burası da benim 15 yıl inzivaya çekildiğim mağara.
Kabul etmeliyiz ki enteresan biri.
Öyle sevimli, öyle içten ki. Arkadaş olalım diye bize sosyal medya adresini de
vermeyi ihmal etmiyor tabi. Turun sonunda hava kararırken, vakit girmiş ve
Zeynel Abidin Paşa Cami, Pir Mehmet Hayati Hz. türbesini ziyaretle tamamlıyoruz
bu güzel günü.
Kahvaltının ardından erkenden
koyuluyoruz yola. İlk durağımız Ohrid’in Kara Drin’e döküldüğü Struga. Öylesine
çağlayan bir nehir ki, sesi dağlardan yankılanıyor sanki. Nehrin ayırdığı iki
kıyısı ile beklediğimizden çok daha hoş. Köprülerle birleşen iki yakanın
kenarında manzaraya eşlik eden güzellikteki evler, restoranlar, kafeler ve
yüzen kuğular ile, elli yılı aşkın bir süredir düzenlenen Struga Şiir Akşamları
etkinliğine yakışır sakinlikte. Akın akın gelen turistleri duymazdan gelirsek
elbet. Şairler parkında nefes alıp zihnimize işliyoruz manzaranın tadını.
Çoğunluğunda çalışma olan oldukça
bozuk bir yolu takipteyiz, başkente uzanan kısmın bu kadar kötü olması
şaşırtıyor bizi. Yolda ara ara gördüğümüz kimi Makedon kimi ise Arnavut
bayraklı köyler çekiyor dikkatimizi. Acaba Arnavutluğa mı geçtik diye
düşünmedik değil hani. Sonradan öğreniyoruz ki nüfusun yüzde yirmisinden fazla
iseler kendi bayraklarını da asabilirlermiş köylerinin girişlerine. Kilise çan
kulesi ve camii minaresi, ya da Müslüman ve Hıristiyan mezarlarının bu kadar iç
içe ve bu kadar kardeşçe olması da farklı bir renk yolculuğumuza.
Bugünün ikinci durağı Kalkandelen
(Tetova). Resimlerinden görüp de duvarlarına dokunacağım günü hayal ettiğim Alaca
Camiindeyiz. Ufacık, uzaktan çatılı bir ev gibi, yakından ise büyüleyici bir
sanat eseri. 1438-1439 yılları arasında İshak Bey tarafından yaptırılan camiye
avlusunda kabirleri bulunan Hurşide ve Menşure isimli iki hanım destek olmuş.
Deyim yerinde ise süslemişler özenle. Boyaların renkleri solmasın diye 30 bin
yumurta da bu duvarlarda. İçi de en az dışı kadar renkli ve sevimli. Ahşap ve rengârenk
desenlerin yanı sıra balkon tarzı bayanlar mahfili ve sevimli bahçesiyle ile gördüğüm
en güzel camilerden biri.
Biraz da sokaklarında dolaşmalı. Karşımıza
çıkıyor hemen köşe başında, oldukça şık bir sergi salonuna çevrilen eski hamamı.
Pena nehri boyunca biraz nefes alıp, yeşil ve düzenli merkezden, çöplerin
taştığı, kirli ve dar sokaklara dalıp şahit oluyoruz iki yüzüne de.
Görmeyi merak ettiğimiz bir diğer
yapı da Harabati Baba Tekkesi. Yolda gördüğümüz büyük kabristan ise durup
düşünmeye değer. Duvarlarla çevrili ama kapısı ardında kadar açık olan tekkeye
girdiğimizde, sanki bir film setinin içine dalmışız gibi hissediyoruz kendimizi.
1538 yılında inşa edilen küçük bir mahalle sanki. Ahşap evler, çeşmeler, sarkan
çatılar, geniş avlular, güllerle bezenmiş bahçeler ve ortada tavanı ahşaptan
muhteşem şekilde işlenmiş bugünse biraz ağlamaklı şadırvanı ile kesinlikle
görülmeye değer.
Tam bitti gidiyoruz derken, Arnavut
asıllı Derviş Abdulmuttalip Bekiri davet ediyor konuk salonuna bizi. Ardından
birçok ‘aman aramızda kalsın’ cümlesi barındıran uzun ve koyu bir sohbet.
Akıllarda kalacak bu ilginç insana veda edip, merkezde gözümüze kestirdiğimiz
parkta biraz atıştırıp yola koyulma vakti.
Neden para ödediğimizi anlamadığım
otobanvari dar yoldan, sonunda ulaşıyoruz
Yahya Kemal’in doğduğu şehir; Üsküp’e. Merkeze biraz uzak ama
güvendiğimiz bir yerde kalmak için arıyoruz, bulana kadar göbeğimizin çatladığı
Hotel İbis Styles’ı. Girişi ve içinde bulunduğu bina kompleksi öyle farklı ki,
emin olamıyor önce bir-iki tur atıyoruz doğru yerde miyiz acaba diye. Ardından
çakma İbis diye bir şey var mı ki şüpheleri içinde resepsiyondaki -bakışları
rahmetli ananem gibi insanın içini takip eden- görevli sayesinde ikna oluyoruz
doğru yere geldiğimize. Evet yer doğru ancak konsept biraz alışılmışın dışında
olmalı.
Gologanov caddesi ve uzaklardaki
‘Milenyum Haçı’ manzaralı odamıza çıkarıp eşyalarımızı, gidiyoruz yakındaki
büyük alışveriş merkezi Skopje City Mall’e. İhtiyacımız olan birkaç şey ve enfes
böreklerle dönüp, güzelce karnımızı doyurmalı. Üsküp bizim için kapalı bir kutu
şimdilik. Bakalım yarın neler çıkacak içinden, deyip merakla yumuyoruz
gözlerimizi.
Sabah kahvaltısı yeterli. Meşhur
biber közlemelerinden tattırmak istiyor kahvaltıdaki görevli abla, az Türkçesi
ve yüzündeki bolca gülümsemesiyle. Erken saatlerde şehrin en popüler yeri için
yoldayız. İşaretlenmiş tabelalarıyla kolayca ulaşıyoruz Matka Kanyonuna.
Aracımızı ücretsiz otoparkına bırakıp biraz da yürüyoruz rotanın başlangıcına.
Yolun kenarında tören kıyafetlerini giymiş askerler ve anladığımız kadarıyla
üst düzey yöneticilerin toplandığı bir etkinliğin bitişine tanık olsak da 9
Mayıs tarihi için, anlayamıyoruz tam
olarak neler olup bittiğini.
Mağaraları, manastırları ve büyüleyici
güzelliği ile yaklaşık 500 hektar alana yayılmış yapay göl işte karşımızda. Küçük
oteli, gezi tekneleri, restoranları ve minik dükkânlarını aşıp, sonunda başlıyoruz
yürüyüş rotamıza. Dağın kenarına oyulmuş, kimi zaman göle kadar yakın, kimi
zaman ise arada bir uçurum olacak kadar uzak, bazı yerleri bariyerli ve
güvenli, bazı noktaları ise biraz tehlikeli yaklaşık bir saat süren yürüyüşün
ardından, diyoruz ki bu kadarı yeterli. Sonuna kadar ulaşmamız dört- beş saati
alırdı sanırım. Önümüzde gidenlerden sadece bir çekik gözlü geri dönmedi. Çoğu
bizden çok daha önce pes etti.
Dönüş yine aynı yoldan ve göle yakın
kısımlara konan banklarda kısa molalarla güneşi alıyoruz en tepeye. Başlangıç
noktasına yakın duran teknelerden birine yaklaşık on beş kişi birlikte dengeli
bir şekilde oturup, gidemediğimiz yerlere kadar suyun üzerinden görebilme
şansına sahibiz. Bunun yanı sıra kendine güvenenler kanolar ile çoktan yol
almışlar bile. Kaptanın arada daldırıp elini suyundan içmesi de gölün
temizliğinin ispatı sanki.
Bir kenara yanaşıp, merdivenleri çıkıp,
iniyoruz kanyondaki en ilginç yerlerden birine. Ortada çam kozalağı olarak da
bilinen dev sarkıtı ile Vrelo Mağarası. Kaçışan yarasaları, sarkıtları,dikitleri,
kaygan zemini ve sonundaki iki küçük gölü ile dediklerine göre dünyanın en
derin yer altı mağarası. Yaklaşık yarım saatlik heyecanın ardından yine
tekneye. Gölün tam ortasında dört bir yanımız ağaçlarla çevrilmiş ve tepede sadece
gökyüzünü görür iken, kar küresinin içindeymişiz gibi bir hisse kapılıyorum
nedense. Gerçek olamayacak gibi sanki.
Yeşil ve mavinin muhteşem
birlikteliği ile görsel bir şölenden öte, ruhsal bir arınma, dinginlik ve
mutluluk, daha doğrusu hislerimizi anlatacak kadar güzel kelimeler bulamamak
belki de. Yorucu günlerin üzerine Matka Kanyonu sanki bir hediye.
Hep mutluluk ile anımsayacağımız bu
güzel yeri geride bırakıp, otele dönme vakti. Kısa bir dinlenmenin ardından
çıkıyoruz merkezi keşfetmeye. Aracımızı
şehre tepeden bakan kalenin otoparkına bırakıp biraz Üsküp’ü seyretme. Bakımsız
ve kaderine terk edilmiş surların ardından, şehir sanki ikiye bölünmüş gibi.
Bir yanda üst üste binmiş devasa binalar, öte yanda elli yıl öncesi görünümlü
atıl tarihi yapılar. Her ne kadar kale çevresi yeşillik alan insanlarla dolu
olsa da, biraz tedirginiz geride kalan aracımız için.
Türk çarşısı, camileri, hanları,
hamamları ve çay ocakları ile yıllar öncesine gitmişiz gibi. Kapan Han’a çıkan
çınar altı köftecilerinden birinde, lezzetli bir köfte ve şopska ile bugünün
akşam yemeği. Daha çok Arnavut ve Türk nüfusun yoğun olduğu Vardar’ın bu
hareketli yakasından, tarihi Taşköprü ile nehri aşıp, geçiyoruz Gulliver gibi
Devler Ülkesine. Sağım solum, önüm arkam adım başı koca koca heykeller. Öyle ki
insan boyutumla yürürken Büyük İskender’in atının altı yerden görebildiğim
sadece.
Bankalar, oteller ve alışveriş
merkezleriyle çevrili meydanından, trafiğe kapalı caddesi boyunca yürüyoruz
Rahibe Terasa ya adanmış farklı tasarımlı şapel ve müzeye. Açıkçası çok
şaşırmıştım hayırsever faaliyetlerinden dolayı Nobel Barış Ödülü alan rahibenin
asıl adının Gonca Boyacı olduğunu öğrendiğimde. Roma Hindistan ve Makedonya’nın
paylaşamadığı, devasa binaların içinde tüm sevimliliği ve alçak gönüllülüğü ile
Memorial House of Mother Teresa.
Hava kararmak üzereyken, şehrin bu
lego parçalarından oluşturulmuş yapmacık hissi veren yakasını bırakıp geçiyoruz
karşı kenara. Arnavut kaldırımlı, taş binaların olduğu hareketli sokakları aşıp
ulaşıyoruz XV.yüzyılın sonunda Osmanlı veziri tarafından yaptırılan Mustafa
Paşa Camii’ne. Sandukası ve kızı Ummi Hatun’un da kabrinin bulunduğu türbesi
ile yeşilliklerin arasında halen faal durumda olan Balkanlarda gördüğümüz en
güzel camilerden biri belki de.
Sabahın erken saatlerinde otelden
çıkıp, görmeye gidiyoruz Vodna Dağının tepesindeki 2002 yılında yapılan 66
metre yüksekliğiyle devasa Milenyum Haçı’nı. Deli gibi araç kullananların arasında,
bir iki çıkmaz sokağın ardından başardık sonunda. Geniş açık otoparkına
bırakırken aracımızı, biri Türkçe selam veriyor bize, ardından 07 plakalı
aracının yanına gelip şaşkınlık içinde sesleniyor görevlilere. Henüz
ayrılmamışken otoparktan, soruyoruz
yardıma ihtiyacının olup olmadığını. Maalesef sadece 5 dakika içerisinde
aracının camının kırık ve telefonun çalınmış olduğu gerçeğiyle karşı karşıya
kalmış. Elbette ki diken diken oluyor tüylerimiz. Bizden içeride bilet alan
eşini çağırana kadar aracının yanında beklememizi istiyor. İşte böylelikle tanışıyoruz
Selma abla ve Mehmet abi ile.
Haç’tan çoktan vazgeçtik, derdimiz
telefonla birlikte birçok bilgiyi de kaybeden yeni dostlarımıza yardımcı olmak.
Yarım saati aşan ve gelmeyen polis bekleme süremizin ardından, araca bir cam
taktırabilmek için geziyoruz biz önde onlar arkada, navigasyondan bulduğumuz
birkaç yeri. Sonunda bir dükkândan bir diğerine yönlendirilip, PVC bir parçayla geçici bir çözüm. Aracıyla Avrupa’nın birçok yerini gezen
ailenin hikâyelerini bu süre zarfında dinlemek de cesaret veriyor bize. İyi ki
tanışmışız sizinle.
Otelden çıkış için vakti biraz aşsak
da sorun olmuyor neyse ki. Şimdi ise Selanik’e kadar sürecek uzun bir yol var
önümüzde. Farklı dinlerinin, farklı
kültürlerin uyum içindeki birlikteliğine şahit olmak, dik yamaçlar, yemyeşil
doğa ile Vardar Nehrinin kıyısında nefes almak, dev heykelleri, tarihi taş
köprüyü, şehri süsleyen kaleyi görünce heyecanlanmak, bir yanda modern
binalarıyla şimdiki zamanı yaşarken, diğer yandan, eski çarşısı, kiliseleri,
camileri ve hamamlarıyla yıllar öncesine dalıp gitmek olsa da hayalimiz, Üsküp
bunlardan çok uzakta. Vardar nehri üzerindeki köprüler, birleştirmek yerine
ayırmışlar sanki seni. Birliktelikten öte zıtlık, huzurdan öte gerginlik
barındırıyorsun gönlünde. Bir tarafın üzgün ve kırgın. Düşlediğimiz gibi
günlerin çok yakında gelmesi ümidiyle veda ediyoruz sana Üsküp, Yahya Kemal’in
kalemiyle.
“Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok
sene.
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin
gene!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder