11 Mayıs 2020 Pazartesi

Kopenhag - Bir Tatlı Huzur


    Güneşi insanın teninde hissettiği yaz sıcağında yola çıkmak pek âdetimiz değildir aslında. Gideceğimiz yerde zamanı doyasıya kullanabilmek adına Temmuz ortaları için karar veriyoruz bu maceraya. Bizim için havalimanına ulaşmak da ayrı bir iş. Uzunca bir yol ve sıkışık trafiğin ardından evdeki hesap çarşıya uymuyor ve mecbur sabahlıyoruz arabada. Erken vakitteki üç saatlik uçuşumuzun sonunda sendeyiz Danimarka’nın başkenti.

    Hayatımda gördüğüm en güzel, en düzenli, en temiz ve en kolay havalimanı. Yorgun geçen gecenin buğusunda bile, görevlinin yardımıyla makinelerden alıp biletimizi, hiç dışarı adım atmadan buluyoruz metroda kendimizi. Genellikle yeni bir şehirdeki ilk karmaşamız ya da işkencemiz olurdu merkeze ulaşım. Bunu çoktan aşmışsın, alkışlar sana! Tek hat ile Forum durağında inip, beş dakika sonra otelimizde olmak da cabası.

Cabinn Scandinavia, ranzalı yatağı ve minicik perdeli banyosu ile bu dar alanda tüm ihtiyaçlarımızı karşılamayı başarabilen, kaldığımız en küçük odalı otel olmalı. Çocuk için ranzaya resepsiyondan istediğimiz korkuluk ile de kalmıyor eksiğimiz. Yakınlardaki marketten ihtiyaçlarımızı alıp odaya döndüğümüzde biraz dinlenelim derken uyuya kalmışız bile. Gün batımında açarken gözlerimizi,  hadi kalan zamanı boşa geçirmemeli.


    Gökyüzünün rengi ile bütünleşirken kımızı duvarları, harika pozları yakalama anı. İlginç heykelleri, kırmızı çiçekleri, geniş meydanı ve göğe uzanan saat kulesi ile Belediye Binasından öte bir buluşma yeri sanki.  Yanı başında, Andersen’in heykeli Tivoli’nin kapılarından bakarken birine, karşı binada sıcaklığı gösteriyor, köşesine yerleştirilmiş dev termometre. Diğer tarafta ise muhteşem mimarisi ile Scandic Palace Hotel gözler önünde.

Bakalım dedikleri kadar var mısın Stroget? Avrupa’nın en eski ve en uzun yaya caddelerinden biri. Bakmaktan kendimizi alamadığımız ilginç vitrinler, iştah kabartan leziz kokular, zemini sade karo döşemeleri ile keyifli meydanlar, dudak ısırtan dünyaca ünlü markalar, sokak sanatçıları, Leylek Çeşmesi ve tarihi binaları ile bizim gibi ününü hak ettiğini düşünen onlarca turist işte hepsi bu caddede.

Bitmeyen akşamda Nyhavn’da sıra XVII.yy dan kalma yeni liman! Omuz omuza vermiş evler ve bu neşeli evlerin suya yansıyan renklerinde süzülen ahşap gemiler. Yol boyu uzanan kafe ve restoranlarla günün tadına varan ya da el ele yürürken mutluluğu gözbebeklerinden okunanlar. Hygge kavramı bu kültürde değil de başka nerede ortaya çıkabilir ki? Zamanı dondursak, hep bu anda kalsak dediğimiz huzurda, oturuyoruz Nyhavn’ın kenarında. Öylesine keyifli ki… Son yirmi dört saatin tüm yorgunluğunu siliverdi. Kanalda yüzen ve teknelerinde eğlenenler de renk katıyor dönüş yoluna. Mutluluk bulaşıcı olmalı, iyi ki gelmişiz.

    Alabildiğine geniş caddelerde, araç yok denecek kadar az ve her yerde bisikletliler. Birçok başkentin aksine, sakinliğin ve huzurun hâkim olduğu sokakları, yeşilliğinde kaybolunan parkları, modern ve klasik birbirine uyum içinde olan binaları ve kuğuların gezdiği kanalları ile daha ilk günden büyülüyor bizi.

    Küçücük alanda kaliteyi yakalayabilen otelin kahvaltısı, süper olmasa bile kesinlikle yeterli. Hiçbir şey israfa yol açmayacak şekilde hesaplanmış sanki. Belediye Binasının içerisinden başlıyoruz bu kez. 1905 yılında yapımı tamamlanan, kemerli sütunlarla çevrili, bayraklarla süslenmiş, aydınlık, geniş salonunu ile etkileyici bir giriş. Jens Olsen’in 15.448 parçadan oluşan, muhteşem “Astronomik Dünya Saati” de sağdaki kapıyı açar açmaz parıldıyor karşımızda.  Evlendirme dairesi, koridordaki tarihi çeşmesi ve heykellerinin yanı sıra, bu düzen ve sakinlikte halen aktif olarak kullanıldığına inanmak da oldukça güç aslında.

    Binanın girişindeki, turizm danışma ofisinden alıyoruz, bizi bu şehirde doya doya gezdireceğini düşündüğümüz Kopenhag kartlarımızı. İlk olarak buradaki saat kulesi City Hall Tower’da kullanma niyetiyle beş-on dakika tur vakti beklemesi. Yaklaşık 300 adım sonra, tüm şehir ayaklarımızın altında. En yüksek kulelerden birinde, buluşuyoruz Işıl Bayraktar’ın etkileyici sunumundaki "Muhteşem Kopenhag" ile. Hava biraz kapalı olsa da harika bir manzara. Çatısında yetiştirilen arılardan birkaçı da bizimle, kendimizi kaybedip dalarken şehrin güzelliğine, bulanıyoruz kuşların hazırladığı küçük sürprizlere. Piyango bileti mi almalı ne?

    Dışarıya adım atar atmaz bastıran yağmurda sığınacak bir yer ararken görüyoruz hemen karşıdaki ‘Belive It or Not’ ve Andersen atraksiyon merkezini. İnanılması güç şeylerle dolu, şaşkınlık, korku ve heyecan barındıran kızımız için Kopenhag’daki en eğlenceli yerlerden biri.

    Kapalı havada, kapalı mekânlara.  Carlsberg’in kurucusu Carl Jacobsen’in koleksiyonu ile birleşen Glyptoteket, Akdeniz, Mısır, Antik Yunan ve Danimarka da dâhil, birçok eserin sergilendiği bir sanat müzesi. Monet, Renoir, Van Gogh, Cazenne gibi oldukça önemli isimleri ağırlayan bu müzede en çok aklımızda kalanlar; Degas’ın Balerini ve havasız mekânda tek rahat nefes alabildiğimiz; Kai Nielsen’in Su Annesi heykeli ile bütünleşen palmiye bahçesi. 

    Otele dönüş yolunda, kanal kenarındaki farklı mimarisi ile Tycho Brahe Planetarium’u içine çekiyor bizi. Gezegenler, ışınlar, animasyonlar ve maketlerle dünyanın ötesi. İskelet merdivenli üst katıyla da isteyenler için film gösterimi.

  

    Kısa bir dinlenmenin ardından, akşam yemeği için gittiğimiz İkea; minimal öğünleri, kağıt tabağı, ahşap çatal-kaşıkları ve extra ücretleri ile ezber bozan türden. Takdir etmemek elde değil, A dan Z ye her adımda hissettiğimiz israf karşıtı yaşantılarını.  Hem tren, hem otobüsü kullanıyoruz ulaşmak için. Dönüş yolunda değişen tren hattı uyarılarına kulak asmamışız anlaşılan, neyse ki güzel insanlar karşıdan yaptıkları el-kol hareketleri ile çağırıyorlar bizi yanlarına.

    Akşamın kızıllığında, hep muhteşem resimleriyle zihnimizde canlanan, Danimarka’nın en eski caddelerinden Snaregade ve Magstraede nin arnavut kaldırımlı sokaklarıyla bu günün sonu. Ne bileyim, fotoğraflarında daha bi güzel sanki

    Öylesine heyecanla uyanmışız ki yeni güne, 09.45 de bulduk kendimizi, saat 10.00 da açılan National Museum’un önünde. Kısa sürede alışıyoruz buradaki müze sistemine. Eşyalarımızı gardıroplara bırakıp, yerleştiriyoruz yakamıza girişte verilen küçük rozetleri. Bazen yelpazeler ile çözüm sundukları havalandırma, sıcak yaz günleri için büyük sıkıntı olmalı. 


    Tarih öncesi dönemlerden başlayarak, tüm dünyaya ait etnografik eserlerin sergilendiği, folklorik yaşam, maket evler ve çocuk müzesi ile görülmeden geçilmemeli bizce. Vikinglere ait eşyaların yanı sıra sömürgelerindeki yaşamların sergilenmesi ve giyinip fotoğraf çekilebildiğimiz eski zaman kıyafetleri, bambaşka renkler sunuyor ziyaretçilerine. Biraz da ilginç naneli dondurmaları ile ferahlamalı ortadaki küçük bahçesinde.

    Danimarka Parlamentosu, Devlet Bakanlığı ve Yüksek Mahkeme’ye ev sahipliğinin yanı sıra, kraliyet ailesi tarafından da halen kullanılan Christiansborg Palace’ta sıra. Orta da yemyeşil koca bahçesi, süs havuzu, simetrik iki yakası, zeminle uyum sağlayan renkteki çatıları ve bunları birleştiren kulesi ile parıldıyor güneşin altında.

    Atların isimlerinin tek tek yazıldığı, çeşmeleri, yem alanları ve bakım gereçleriyle mermer sütunlu devasa boyuttaki ahır, hemen zemin katta. Bir bölümü kralların atlarıyla fotoğrafları, bir bölümü de arabaları için müze haline getirilmiş bu alanda bile daha adım atmadan içine, biniyor sarayın tüm heybeti üzerimize.

Belki de şimdiye kadar hiçbir sarayın içinde karşılaşmadığımız tiyatro müzesi, sürpriz gibi. Yüzyıllar öncesinden kalma sahnesi, oturma alanları, özel locaları, kostümleri, müzik aletleri, posterleri, fotoğrafları ve sahne arkası ile heyecan verici. Ancak aynı duyguları beslemiyoruz çıkmak için kuyrukta bir saat bekleyip, tepesinde sadece beş dakika kalabildiğimiz kulesine. Değmeyecek kaybedilen bir zamanmış şimdi düşündüğümüzde.

Resimlerle derinleştirilmiş oymalı tavan süslemeleri, duvarlarda boydan boya uzanmış ipek halılar ve siyah-beyaz karolarla kaplı zemini ile içinde ufacık kaldığımız resepsiyon odası, ‘işte saray budur’ görkeminde.

İçinde gezindiğimiz bu saray aslında ikincisi, ilkinin kalıntıları alt katta gezilebiliyor varsa cesaretiniz. Birbiri ardına açılan koridorlarda, elimizdeki ışıkla bile zor adım attığımız, kimi zaman yönümüzü kaybedip, başkalarını biz sandığımız zifiri karanlık bir labirent. İlginç ve eğlenceli.

Korint başlıklı sütunları,  beyaz ve içinde parlak çizgiler barındıran sarı renkleriyle alışılmıştan öte aydınlık şapeli, altın kafesteki beyaz bir güvercinin huzurlu duruşu gibi. Belki de en eğlenceli yeriydi, her şeyine dokunabildiğimiz, bakır kap kacak ve plastik yiyeceklerle dolu koca mutfağı. Eşimin en çok vakit geçirdiği mutfak olarak da ayrıca tarihe geçti.

Sarayın hemen yanı başında, küçük avlusunun etrafına çepeçevre yerleşmiş koridorları ile Danimarkalı ünlü heykeltıraş Bertel Thorvaldsens’in müzesini geziyoruz Copenhagen filmindeki kıza benzeyen bir büst arayarak. Çocuklar için hazırlanan ışığın renklerle oynadığı odasında çizim yaparak zamanı kısa bir süreliğine askıya almak,  en keyifli anlardan biri belki de.

    Sandviçlerimiz ile odada verdiğimiz küçük molanın ardından, 1626 yılında Danimarka kralı tarafından kurulan The Citadel’in (Kastellet) yemyeşil yıldız adasındayız. Askeri kışla ve ofis olarak kullanılan kırmızı tuğlalı binaların arasında gün batımı ve ardındaki suda, silueti dalgalan kilisesi, bu güne eşsiz bir manzara. Mitolojiye göre dört oğlunu öküze çevirerek İsveç’ten toprak koparıp Kopenhag yarımadasını oluşturan Gefion’un Çeşmesi de işte karşımızda.

    Hans Christian Andersen’in Küçük Deniz Kızı acaba tahmin etmiş miydi, limandaki bir taşa oturup bronzdan heykele dönüştüğünde, bu kadar rağbet göreceğini.  Dolaşırken şehrin sokaklarında ‘neredeler’ dediğimiz onlarca turist, bir fotoğrafın peşinde bu hüzünlü kızla.  Hele memleketimden bir abla öylesine sevdi ki, yetmeyen onca pozun ardından mümkün olsa çantasına koyup götürecekti. Taşların üzerinden biraz zor olsa da ulaşmak, farklı düşüncelerin tahribatı ardından, her seferinde yenilemiş ve sembolü olmuş bu güzel liman şehrinin yok olmaya inat. Kanalların kenarı ve en güzellerinden Nhyhavn’da dolaşa dolaşa eşlik ediyoruz günbatımına.

    Louisiana Modern Sanat Müzesi için erkenden ulaşıyoruz tren istasyonuna. Tadilat nedeniyle değişen hatlar ve yardımcı olmak isteyen insanlarla daha da karışmışken kafamız, doğru yöndeyiz sonunda. Bir otobüs aktarması kalmışken ulaşmamıza, görevlinin Kopenhag kart’ımıza bakıp geçersiz demesiyle, inanılmaz bir hayal kırıklığı bu yaşadığımız. Bir yanlışlık olmalı. Kaybettiğimiz bir saatin ardından bu hüznü geriye atıp, günü kurtarmak adına geçiyoruz B planına. IV.Christian tarafından inşa edilen masalsı havasıyla Kraliyet Bahçelerinin içinde tam 400 yıldır sapasağlam ayakta duran ihtişamlı Rosenborg Kalesi. Şimdiye kadar hiç ihtiyacımız olmamıştı Kron’a.  Emanet kasaları için sıkıştırmalıyız 20 lik arasına. Neyse ki kasada yardımcı olup kredi kartıyla çözüyorlar sorunu. Biletin üzerindeki giriş zamanını beklerken kalenin etrafını fethedip minik köprüsü, sevimli ağaçları ve uçsuz bucaksız çimenlerinde en güzel fotoğrafları yakalamalı.

    Zamanda kısa bir yolculuk Rosenborg. Portrelerde insanın içini eriten gözler, hikâyeleri ve savaşları anlatan duvar halıları, kralın özel aynalı fantezi odası, yazı dolabı, kişisel eşyaları, müzik aletleri alışılagelmişken, üç gümüş aslanla korunan taç giyme tahtlarının bulunduğu koca salon ve kraliyet hazine odası farklı kılıyor burayı.  Elmas, yakut, inci ve zümrüt setler ışıldıyor mücevherlerin ve taçların arasında.

    

    Frederik- Christian- Frederik- Christian, diye kuşaklarca uzayıp giden kralları arkamızda bırakıp, yöneliyoruz yakındaki Jeoloji Müzesi’ne (Natural History Museum). Kökleri 1600’lere kadar dayanan zengin bir koleksiyon. Fosilleşmiş hayvan ve bitkiler, dinozor iskeletleri ve meteorların yanı sıra dünyanın dört bir yanından gelen mineraller ile muhteşem bir göktaşı koleksiyonuna ev sahipliği yapıyor. Apollo 17’nin getirdiği ayın bir parçasına dokunmak ve toprağımdan gelen Bor madenini bulmak ayrıcalıklı hissettiriyor kendimizi.

Girişteki süs havuzun içinde sandalyeleriyle oturan insanları aşıp ulaşıyoruz 700 yıllık geçmişe sahip eserlerin sergilendiği Danimarka‘nın en büyük modern sanat müzesi SMK’ya.  Danimarka ve İskandinav sanatının yanı sıra, Rönesans Avrupa Klasiğinden, çağdaş sanatın çarpıcı eserlerinin de sergilendiği geniş bir yelpaze. Ne olduğunu anlamaya çalıştığımız modern sanat eserlerinin arasında rahatça gezinip, hayran kalıyoruz bizi resimlerin içinde dolaştıran küçük sinema gösterisine.

Botanik Bahçesi hemen yakınımızda. Kelebekler evinin girişi için geç kalmışız. Öyleyse, ağaçların altında huzurla serinleyip, ilginç bitkiler ve rengârenk çiçeklerle bezenmiş toprak yollarında kaybolmadan biraz dolaşmalı.

Uzayan günlere eşlik ederken bize, XVII.yy dan kalma, Avrupa’nın en eski işleyen gözlemevi Rundetaarn’da 209 metrelik bir sarmalın içindeyiz. Küçük camların ve terasın muhteşem manzarasının yanında, ayaklarımıza yorgunluğunu hissettirmeyecek güzellikte, onlarca fotoğrafa değen dönemeçli zemini tırmanmak burada yaşanılası esas gerçek olmalı.  Şehrin eski fotoğraflarının sergilendiği salon ve Andersen’in de sıkça ziyaret ettiği kütüphane bu yuvarlak kuleye açılan kapılardan sadece birkaçı. Kütüphanenin içindeki sergiyi dolaşıp, el yapımı kuklaları seslendirerek oynatmak da zamanda açılan keyifli anlardan bazıları.

 Göçmen satıcılara ya da evsiz birine hiç rastlamadık yürürken şehrin sokaklarında. Şişe toplayanlar takılıyor sadece gözümüze. Birçok marketin bünyesinde bu şişeler için geri dönüşüm fişi veriliyor dişe dokunur bir tutarda. Güzel uygulama.

Farklı çizgilerdeki hoş ürünleri ve uçuk olmayan fiyatlarıyla Tiger Mağazası duraklarımızdan biri, odaya dönüş yolunda. Karanlık sarmışken dört bir yanımızı, otelimize yakın Sankt Jorgens So gölünün etrafındaki ağaçlarla bezenmiş parkında güne mutlu, sakin bir veda.

Dünyanın en eski monarşilerinden biriyle açıyoruz gözümüzü. 1771 yılından kalma Kral V. Frederik’in atlı heykelinin merkezi oluşturduğu sekizgen avluda, birbirinin eşi dört bina. Bir ucu denize, diğer ucu ise Frederiks Kilisesine açılan Amelienborg Sarayının  yalnız bir binası açık ziyaretçilerine.  Kaldırımlardaki muhafızları ve Kral varsa öndere çekilen bayrağı ile halen kraliyet ailesi tarafından yaşatılan bir saray, aşikâr. Yüzyıllar öncesinden günümüze sarayda yaşamın kısa bir film şeridi sanki. Birbirlerine bakmaktan yorulmayan tablolar, sahiplerinin bedenlerinde şekil bulmuş kişisel eşyalar ve inanılmaz sırlara şahitlik eden mobilyalar.

İsmine tezat, gördüğümüz en güzel savaş müzelerinden biri; Danish War Museum, ikinci durağımız günün erken saatlerine. 1500’lü yıllardan günümüze, savaş, silah ve savunma teknolojilerinin sergilendiği, gezmek için aslında bütün bir günü hak eden müze. Tanklar, toplar ve tüfeklerin ardından, Afganistan’daki Danimarkalı bir genç askerin, buradaki odasından oraya uzanan yaşamını anlatan 600m² lik zemine yayılan devasa bir alan. Güvenli askeri bölgeleri, tuzakları, havaya uçmuş zırhlı araçları, yöresel Afgan evleri ve tüm teçhizatlarıyla savaşın tam ortasındaymışız gibi. Hiç yaşamadığımız ve inşallah hiç yaşamayız diye dua ettiğimiz bir hissi tecrübe etmek.

 

Üst katta çok çok daha öncesi. Eski dönemlere ait teçhizatların yanı sıra, askerlerin kişisel eşyaları, karavanalar ve giyip bu anı saklayabildiğimiz kıyafetler. Denizcilerin hamaklarına uzanıp üstümüze çöken uykuya karşı direnişimiz. Solumak, dokunmak ve hissetmek, bambaşka bir şey.

Tüm Avrupa şehirlerinde olduğu gibi elbette burada da kapısında polis ekipleri bekliyor Yahudi Müzesi’nin. Film gösterimi ve Yahudi kültürüne ait eşyaların sergilendiği bu müzede asıl ilgimizi çeken, birbirine açılan eğimli koridorları ile binanın farklı mimarisi.

 Merkez tren istasyonunun yanında karşımıza çıkan turizm danışma ofisine adım atıyoruz yardım istemek için.  Prag’da yaşadığımız kötü deneyimin korkusuyla açıkçası ümitsiziz. Kartlarımızın dün gitmek istediğimiz merkez dışındaki Helsingor yönünde geçmediğini söyleyen görevlinin sözlerini iletiyoruz, ‘zaman mı kaybediyoruz acaba, boşuna mı geldik?’ diye düşünürken. Köşedeki kızımızla konuşan robot bile umurumuzda değil. Yetkili gelip bize; Belediye Binasındaki ofisin, eskiden kalan kartları vermiş olduğunu söylüyor. Daha biz olayı bile çözememişken, çarçabuk yenilerini çıkarıp arkasındaki tüm bölgeleri kapsayan işareti üstüne basa basa gösteriyor, dilediği onca özrün arasında. ‘Vay be!’ diyoruz kapıdan çıkarken, öyle mutluyuz ki, adımlarımızsa bir zafer kazanmış edasında.

 

Sarmal sivri tepesiyle, belki de şehrin en muhteşem manzarasına hep sahiplik hem de eşlik eden Kurtarıcımız Kilisesinin (Church of Our Saviour) merdivenlerinde beklediğimiz onca dakika bile zor gelmiyor bugünün mutluluğunda. Son 150 basamağı dış tarafında olan ve gittikçe daralan 400 basamaklı kulenin tepesinde altın kürenin üzerinden şehri gözetliyor kurtarıcıları. Ahşap yapılı ve inanılmaz manzaralı bu sarmalda çok kalamıyoruz arkamızdaki kalabalığa baktıkça. Şehre bakan en güzel açı, bizce de burası.

Nyhavn’dan kalkacağını sandığımızda yanılmışız gemi turunun. Bizi başka bir limana yönlendiriyorlar. Hızlı adımlarla yakalıyoruz sıradaki gemiyi. Eğlenceli rehberi ile hikâyeler eşliğinde suyun üzerinden de çok güzelsin Kopenhag. Buna değdi dediğimiz keyifli bir saatin ardından odada sandviçlerimizle (smorrebrod) kısa bir mola.

Bu kadar huzurlu ve düzenli bir şehirde sanki bir faklılık olsun diye kurulmuşsun Christiania. Niye bu kadar ünlüsün anlam veremiyoruz doğrusu. Birliktelik ve uyumdan uzak bir karmaşa yumağı. Nasıl girip çıktığımızı bile anlamıyoruz, endişeli adımlarımız ve çekingen bakışlarımız arasında bu şehirde ilk kez aman şurasını da görelim demeden, hiç merak ve mutluluk hissetmediğimiz güvensiz bir zaman dilimindeyiz burada.

Görülecekler listesinin ilk onunda elbet Tivoli Bahçeleri. Hans Christian Andersen’ in masallarına ve Walt Disney’in eğlence dünyasına ilham olmuş nostaljik ve büyülü bir alan.  Kafeler, küçük mağazalar, yiyecek içecek stantları, konser ve eğlence alanları ve dünyanın en eskilerinden olan lunaparkıyla insan kaynayan koca bir alan.   Peşimizden hızlı adımlarla tüm gezi boyunca bize yetişmeye çalışan kızımıza küçük bir armağan ile güne keyifli bir nokta. 

Copenhagen Card’ın içerisindeki atraksiyonlarından birini de es geçmeyelim diye sabah ilk turda alıyoruz yerimizi gezi trenindeki. Açıkçası önünden defalarca kez geçtiğimiz eski şehrin sokaklarında yürüsek daha hızlı dolaşırdık düşüncesiyle yavaş bir başlangıç yapıyoruz güne. Olmasa da olurmuş aslında.

 

Bölgeler arası trenin ardından, hatlardaki bakım nedeniyle aktarma otobüsüyle ulaşıyoruz iki gün öncesinden gidemeyip yol tecrübesi kazandığımız Humblebaek kentindeki Louisiana Modern Sanat Müzesine. Modern sanattan pek anlamadığımızı pekiştirmiş olduk burada. İlgimizi çeken, içeride çocuklar için ayrılmış sanat atölyesi, çok şişman - çok zayıf heykeller ve lezzetli görünen restoranı dışında binanın yerleşkesiydi aslında. Deniz kenarında, filmlerdeki gibi büyüleyici koca bir bahçenin içerisinde. Küçük atıştırmalıklarıyla yeşillikler üzerine uzanmış onlarca insan da bizimle aynı fikride olmalı.  

Koşar adımlarla güne bambaşka bir yeri sığdırma çabasındayız. Başka bir otobüs ile İsveç’e sadece bir bakış, ve kısa bir feribot yolculuğu kadar uzak, Helsingör şehri. Daha çok vaktimiz olsaydı dediğimiz anlardan birindeyiz yine. Dolu dolu yaşasak da her dakikasını, hep ardımızda bırakıyoruz aklımızda kalan bazılarını. Bu güzel şehirlere tekrar gelebilmemiz için bir neden olsun diye belki de…    

 

Helsingör 1420’lerden beri ayakta kalan efsanevi bir şehir. Yüzyıllar öncesindeymişiz gibi hissetmemek elde değil dolaşırken sokaklarında. Görmeyi istediğimiz o kadar çok yer var ki. Etrafı sivri burçlar ve uzun surlarla çevrilmiş, kraliyet, tarih ve drama dolu Kronborg Kalesiyle başlıyoruz. Büyük kapıların ardından geçip, bizi karşılayan eski döneme ait giysiler içindeki görevliler ve yaşayan avlusuyla dalıyoruz bir masalın içine. William Shakespeare’nin ‘Hamlet’inde Elsinore olarak yaşayan kale. Hayatımda gördüğüm en ilginç yapılardan biri. Açılan her odada bekleyen bir sürpriz var bizi. Tiyatro oyunları, etkinlikler ve muhteşem eserlerin yanı sıra labirent gibi uzayan soğuk mahzeni ve 140 zorlu adımla çıkılabilen kulesi. Burada yaşıyorsunuz hissi veriyor kale ziyaretçilerine. Çatısındaki ilginç kubbemsi terası da ayrı bir renk bu Baltık Denizi’ne hâkim konumuna.   

M/S Maritime Museum, eski tersane hemen çıkınca karşıda. Yüzeydeki muazzam gemi görüntüsünün ardından yerin altına inşa edilmiş devasa bir bina. Eğimli köprülerle aşağı inip başlıyoruz yolculuğa. Büyük film projeksiyonları, ses efektleri, torpiller, kişisel eşyalar ve denizcilik adına her şey.  Bizim için farklı bir heyecan, Dünyanın en büyük konteyner gemisinin modelini incelemek ve gerçek bir boyuttaki bir konteynerin içini keşfetmek. Birçok müzede olduğu gibi burada da çocuklar için ‘Lego’larla dolu koca bir oyun alanı.

 

İnanılmaz güzellikteki evlerin buluştuğu sokaklarda yürürken zor gelse de Helsingör’u terk etmek, yetişmeliyiz son otobüse. Geldiğimizden farklı şehirlerarası bir otobüs vermişler dönüşe. Tren istasyonuna kadar ulaştırıyor bizi. Yaklaşık bir saat süren, görevi tamamlamış olmanın verdiği huzurlu bir yolculuk.

 

Son günün akşamında, gece yarısına kadar zamanı değerlendirmeli. Dünyanın dört bir yanından ulaşan ‘en’ lerin kayıtlarını barındıran Guinness Rekorlar Müzesi bizimde son kapalı mekânımız oluyor bu şehirdeki. İnsanlık tarihindeki kilometre taşları, fantastik başarılar, hayvanlar âleminin eşsiz canlıları ve tuhaflıklarla dolu. İç içe açılan aynalar ve korku odaları ile cesaretimizin sınandığı hayranlık uyandıran bir alan.

 

 Hesapsızca gezelim gecenin karanlığında diye bırakıyoruz kendimizi şehrin sokaklarında. Ancak şehrin en turistik alanlarında bile zor görüyoruz önümüzü kör sokak aydınlatmalarıyla. Alışılmışa inat oldukça hesaplılar her adımlarında. Avrupa şehirlerindeki klasik gece görüntüleri hâkim insanlarında. Sabah erken saatlerde yerlerden toplanan şişelerin ve bardakların gizemini çözmüş oluyoruz. Eve dönmeden önceki son günümüzde bu güzel şehre Nyhavn’dan veda.

 

Gün doğumu ve kısa bir market turunun ardından uçtuğumuz en kolay ve en güzel havalimanı.  Sevdik seni Kopenhag. Fiyatlarınla biraz büksen de belimizi, hep savunduğumuz; ‘kazanmaktan öte harcamalarından kazan’ felsefesinin yaşanabildiğini gördük sende. Şehri alt üst edip insanları çileden çıkarmadan da bakım yapılabileceğini, geniş caddelerinde bir elimizin parmaklarını aşmayan sayıdaki aracınla bir başkent olunabileceğini öğrendik. Belki de tek sorunun ara ara gözümüze çarpan terk edilmiş bisikletlerindir kim bilir?

 

Seni, tutumluluğunu, huzurunu, planlılığını ve bize yaşattığın keyif dolu anları özleyeceğiz. Kalbimize bıraktığın Hygge felsefenle, yine yeniden sende buluşmak dileğiyle. Hep böyle mutlu kal!

 

 

 

  

 

 

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder