20 Kasım 2020 Cuma

Amsterdam - Çarpıcı Şehir

 

 

            Uzunca bir süre acaba gidebilir miyiz, gidemez miyiz diye düşünürken sonunda işte o gün geliyor. Otel – otopark – araç anahtarı bırakmama - kalabalık ve gergin insanlarla dolu bir havaalanı- artı güvenlik önlemleri – koşuşturmaca derken bir bakmışız ki uçağın içindeyiz. Yaklaşık üç buçuk saatlik yolculuğun ardından işte Schiphol Havalimanı. Küçük bir balıkçı kasabası iken, ticaret bağlantıları sayesinde dünyanın en zengin şehirlerinden biri olan, kilometrelerce kanalı ve bunları süsleyen yaklaşık 1.300 köprüsüyle yetinmeyip, mimarisi, etkileyici müzeleri ve ünlü sanat eserleriyle her köşesini gezilir görülür kılmış özgürlükler şehri Amsterdam.  İner inmez, gezimiz sırasında kullanmayı planladığımız günlük ve saatlik biletlerimizi turizm danışmadan alıp, cep telefonumuza yüklediğimiz GVB programı ile çalışıyoruz yolumuzu bulmaya. Biraz geç olsa da öğreniyoruz, yurtdışı internet kullanımı için cep telefonu ayarlarının diğer ağların kullanımına açılması gerektiğini. Her yere giden her tip ulaşım aracının arasından, doğruca metroya binip, Zuid istasyonundan tramvay aktarmasıyla yeşilliğin ortasındaki küçük göletin içinde yükselen, Kronenburg’daki İbis Budget’a vardık sonunda. Ben sağımla solumu zor ayırt ederken, neyse ki eşim yön ve yer bulmada olağanüstü yetenekli.

 

            Eşyalarımızı odaya yerleştirip, bu sessiz, yemyeşil, Amsterdam’da yaşasak burada oturmak isterdik dediğimiz huzur dolu mahallede on dakikalık yürüyüş ile Albert Heijin  tanışmamızı yapıyor, atıştırmalıklar, su vb ihtiyaçları halledip, günün geri kalanını değerlendirmek için atıyoruz kendimizi dışarıya. 


Kırmızı tuğlaları, ikiz kuleleri ve etkileyici tasarımı ile şehrin kalbi Central Station’dayız. Tren, tramvay, metro, otobüs hatta vapur işte hepsi burada. Önünde; gözlerimizin aşina olmadığı katlı bisiklet otoparkı, girişinde ise dileyenin oturup çalabildiği meşhur piyanosu ve gitmek istediğin her yöne açılan koridorları ile görülmeye değer.  Kısa bir şehir yürüyüşünün ardından ilk günü noktalıyoruz, şehrin merkezindeki; gölleri, patikaları, kuşları, ördekleri, sincapları, çeşitli bitkileri ve yüzlerce ağacıyla Vondelpark’ta.

 


Hazırız ikinci gün için. Planlarımıza göre üç günlük Amsterdam & Region biletimizi doyasıya kullanmalıyız. Central Station’da tramvaydan trene geçip, düşüyoruz Haarlem yollarına. Hollanda’nın ilk demiryolunu; Amsterdam-Harleem (1839) trenle değil de, zaman makinesi ile geçmiş olmalıyız. Ortada Gutenberg’ten önce matbaayı icat ettiği söylenen Laurens Coster heykeli, köşede ne yazık ki içini göremediğimiz tüm azametiyle ben buradayım diyen kilisesi Grote Kerk ve tam karşısında adalet figürü ile dikkat çeken belediye binası Stadhuis ile Grote Markt, adımlarımızı 18.yy da atıyormuşuz hissini veriyor. Ara sokakları, cafeleri, minik dükkânları ve sakinliği ile bir şehirden öte, film seti sanki.

 

 Burada tam da kilisenin duvarına yakın yarım ay şeklindeki, altında gideri olan metal paravanın, burnumuz sayesinde bir sokak tuvaleti olduğunu anlamamızın şaşkınlığını daha sonra şehir merkezinde de birçok kez şahit olarak üzerimizden atıyoruz. Binaları korumak için güvercin kafesleri ve sivri engellerin yanında bu da bize açıkçası mantıklı gelmedi değil.

 


Daha çok vaktimiz olsa, daha çok kalırdık deyip veda ediyoruz sessizce Harleem’e. Buraya kadar gelmişken Manş Denizi’ni de görmeliyiz deyip biniyoruz tekrar trene. Günlük biletlerin güzel yönü, bazen yanlış hatta binsen de fark ettiğin durakta inip tekrar binmenin pek acı vermiyor olması. Sonunda Zandvoort aan Zee deyiz. Yüksek bir iki bina dışında sahil kasabası hissi veriyor insana. İner inmez plaj eşyaları ve terlikleri ile yürüyen kalabalığı takip edip ulaşıyoruz denize. Dalgalı, karmaşık, gri bir deniz, ardında upuzun plajı ve seyir terası gibi yükselen, şehri plajdan ayıran yürüyüş yolu. Kızımız deniz kabuklarını toplarken biz de banklara oturup düşünüyoruz daha da ötesini. Sonraki tren için tekrar istasyondayız. Haarlem Spaarnwoude da inip İkea da kahve ve pasta için küçük bir ara, sonraki durağımız Sloterdijk. Badr Camii. Burada herhangi bir Türk ile karşılaşmadık ve ne yazık ki temizlik ve hoşgörü anlamında biraz sıkıntılı. Biz de çiseleyen yağmurun altında yeşil sokaklarda istasyona kadar yürüyüp tekrar çıkıyoruz yola.

 

Bir uçtan bir uca, bir denizden diğerine. Amsterdam Central de, trenden inip otobüse. Bir öğleden sonrası için görülebilecek en güzel şehirlerden biri Volendam’dayız. Turist kalabalığı, bu liman kentinin güzelliğine gölge düşüremez elbette. Birbirinden güzel tekneler, balıkçıl kuşları, ördekler, her biri dikkat çekici şıklıkta. Kol kola girmiş gibi bir nizamda denize uzanan evler ve süslü bahçeler, aynı masallardaki gibi. Şehrin bir diğer kısmı ise cafeleri, restoranları, peynir tadım ve hediyelik eşya dükkânları, hatta yerel kıyafetlerle fotoğraf çektirebilecek stüdyoları, enfes kokulu waffleları ile bir turizm cenneti. Denize kızımızın ayakları girmeden olmaz elbette. Güzel bir yürüyüşün ardından, acıkan karınlarımızı New York Pizza da doyurup tekrar dönüyoruz Amsterdam Central’a. Kısa bir piyano dinletisinin ardından tramvay ile ulaşıyoruz Fatih Camii’ne. İkiz kuleleri, sivri çatısı, kırmızı tuğlaları ve uzun ince bir yapısı ile kiliseyi andırsa da yıllar önce buraya gelen Türk işçilerin ibadetlerini yapmaları için satın alınmış hoş bir bina. İç mekânındaki rahatlık, çay salonu, diğer camilere göre daha temiz ve bakımlı olması ayrıca birçok milletten olan hoşgörülü insanları bizler için sevindirici. Dünyanın bir diğer ucunda doğan insanlarla aynı yöne doğru omuz omuza vermek de ayrı bir mutluluk.

 

 Oradan oraya, koşuşturarak geçirdiğimiz, içine insanlar, renkler, kokular, sesler ve güzel anılar doldurduğumuz, tadını ömrümüz sonuna dek anımsayacağımız bir günü daha bitiriyoruz son saatlerine kadar gezerek şehrin sokaklarında. Yeni bir gün, yeni bir heyecana uyanmak üzere kapanıyor gözlerimiz.   

 


Burada kahvaltı demek,  Gauda’sı, Edam’ı, Maasdam’ı gibi enfes peynirlerle başlayan sabahlar demek. Ardından markete uğrayıp almadan olmaz her damlasına değen su; Pellegrino’yu. Merkez istasyonunu, duvarlarını ışıldatan güneşi kaçırmadan fotoğraflamalı.  Yola çıkmalı ki bir an önce varmalı gözlerimin şimdiye kadar gördüğü en güzel yer olacak olan Zaandam, Zaanse Schans’a. 17.yy daki yerel yaşamı sergilemek ve canlı tutmak için 1960 da kurulan yel değirmenleri, kulübeleri, tarihi binaları, imalathaneleri ve elbette ki kanalları ile yaşayan bir müze. Trenden iner inmez haritaya bakmak yerine yürüyenleri takip edip kısa sürede varıyoruz muhteşem manzaranın eşiğine.

 


 Altımızdaki kanaldan teknenin geçişi için kanatlarını kaldırmış bir köprüde bekliyoruz kısa bir süre. Sonra şirin mi şirin evleri, göz alabildiğine yeşil çimenleri, sıra sıra uzanan kanalları, ağaçların arasından yel değirmenlere kadar uzanan patika yolu ile grimsi yuvarlak koyunların arasından geçip giriyoruz, ilk gözümüze kestirdiğimiz değirmene. 1676 yılına kadar uzanan ve 1968 de vinçlerle bu yeni yerine taşınan yel değirmeninde, tanık oluyoruz susam yağı elde edilişine. Tüm yapıyı ve çatıyı incelemek için daracık ahşap merdivenlerden tırmanıp gezinmek serbest. Sırada rüzgâr gücüyle kereste biçen yel değirmeni hızar hanesi.  Suda bekletilen tomruklardan, testerelere, kesim sonucu altta biriken talaş yığınlarına ve elbette ki, pervanenin dönerek işlettiği demir çarklara kadar ahşabın tüm kokusunu çekiyoruz içimize. Muhtemelen dünyada kalan son boya üretilen yel değirmenine giriyoruz şimdide. Kıyılmış tropik boya ağaçlarının dönen değirmen taşının altında ezilmesi… Biz bugün beyaz renge şahidiz.

 

Daha gözlerimiz neler görecek deyip giriyoruz köprünün karşısındaki Zaans  Museum’a. Yel değirmenlerinden fabrikalara geçişin küçük maketlerle görsel şöleni. Üretilen ürünler ve reklamlarıyla. Ancak bizim için çok daha ilginci, müzenin içindeki geçitle kardeş müze olan kızımızın yüzünde güller açtıran bisküvi ve çikolata fabrikası; ünlü Verkade markasının üretim aşamalarını incelemek ve nazik bir hanımın sunumuyla tadına bakmaktı. Bu arada sırtımızda koca çanta, fotoğraf makineleri, tripot ve her havada gezebilelim diye yanımızda bulundurulan kıyafetlerden, çoğu müzenin girişinde, güvenli ve ücretsiz kasalar sayesinde azad olunuyoruz ne mutlu ki.  

 

Dışarıda görmeliyiz dediğimiz bir iki yer daha var. İlki peynir merkezi. Rengârenk peynirleri, özel soslarıyla tatma imkânı sunuyor misafirlerine. Bu işi çoktan çözmüşler anladık. Peynirin yanında, küçük atıştırmalık ve şekerlemeleri de yerlerini almış raflarda. Hemen ilerisinde ise Hollanda denilince peynirden sonra akla gelen, ahşap ayakkabıları ‘Klompen’in müze, üretim ve satışını gerçekleştirdikleri ve çoğumuzun koca ayakkabıların içine girip fotoğraf çektirdiği sevimli bina. Şimdi biraz daha bekleyip ustasından bir tahtanın nasıl da ayakkabıya dönüştüğünü de görseydik diye hayıflandığımız, içinde her ayağa ve her zevke uygun Klompen’in satıldığı bu tesiste, gelinlik süslü ahşap ayakkabılardan iş için kullanılan deriyle bütünleştirilmiş çizmelere kadar sergiliyorlar tarihi geçmişini de. Ahşabın kaymamasının yanı sıra üzerine gelen darbelerden ayağı korumakmış maksatları. Daha sonra, kültürlerine bir dantel gibi işlenmiş.

 

Trene doğru yürüyüp dondurmalarımızı yerken el sallıyoruz yel değirmenlerine. Bugün için Muiden’e de gitmeyi oradaki kaleyi de görmeyi planlamıştık ama yolda saat 17:00 da kapandığını araştırıp geç kaldığımızı fark ediyoruz. O zaman Ayasofya Camii’ni bugün görebiliriz. Kanal kenarında minaresi ve mimarisi ile dikkat çeken bir güzellikte. İçi tam tamamlanmamış olmalı. Yürürken karşılaştığımız dikkat çekici güzellikteki vitrinini, camlarına yapışıp izliyoruz kapalı olan Tesla araba galerisininin. Hava burada daha geç kararıyor ve biz de karnımızı doyurmak için şehrin bir diğer tarafındaki İKEA ya doğru çıkıyoruz yola. Balık şinitzel ve patates eşlik ediyor güneşin batışını seyrine Hullenbergweg’den.

 


Hadi bakalım bugünü Nemo Science Museum da açıyoruz. Yakınlarda market bulma ümidimiz ise hüsranla sonuçlanıyor. Biz de suyun üzerine çıkıntı yapmış, eğik çatılı binanın içinde başlıyoruz keşfe. Girişte daha önceden Berlin Europa Center’da da gördüğümüz su saati çıkıyor karşımızı. Ardından hemen katılıyoruz, giriş katındaki enerji ile ilgili bir şova. Tüm öğrenciler burada olmalı dediğimiz bir çocuk kalabalığının içinde bir oraya bir buraya koşuşturduğumuz teknoloji, enerji, insan, sanat, etkileşim ve bilimle ilgili birçok deney, sanal gerçeklik, film, laboratuar ve etkinliğin bulunduğu beş katlı koca binayı, bıraksak akşama kadar burada kalabilecek olan kızımızla talan ediyoruz. Bizler için en ilgi çekici olanı göz yanılması odası. Fotoğraf çekmek için harcadığımız onca çabanın sonunda çocukların yemek vakitlerinde salonda toplanmış oldukları zamanda anca ulaşıyoruz başarıya.  Işıklı ve güneş pilleri ile donatılmış kıyafetler de dikkat çekici. Acaba buradaki ufacık çocuklar için uygun mu diye düşündüğümüz cinsellikle ilgili alanı da bir soru işareti.

 

Teras katının zemine uzanan eğimi, çiçekleri ve hatta güneşlenmek için oluşturdukları küçük kumsalının binaya kattığı ilginin yanı sıra, açıkçası daha eğlenceli zaman geçireceğimizi düşündüğümüz bu müzeyi de noktalıyoruz tepesinde.

 

Köprüden geçip hemen ilerideki kütüphaneyi dolaşıyoruz. Alışılagelmişin aksine rengârenk ve çok keyifli.  Kafeteryası ile yedi katlı olan bu binada, özel öyle çok alan var ki, yatıp uzanarak bile okuyabilirsiniz kitabınızı. Binanın ismi ‘yeter ki okuyun’ olmalı. Çıkışta nehrin içine uzanmış iskelede, güneşlenenlerin arasından geçip fotoğraf çekiliyoruz, arkamıza alıp muhteşem manzarayı. Biraz ara sokaklara dalıp dondurmalarımız ile küçük bir parkta mola.

 

 Het Scheepvaartmuseum’ dan devam güne. Şehrin denizcilik geçmişinin sergilendiği, girişte enteresan cam avlusu ile dikkat çeken, dört kanada ayrılmış, geçirdiğimiz zamana değecek bir müze. Öncelikle en renkli kısmı; hemen yanı başında demirli olan East Indiaman gemisinden başlıyoruz keşfe. Mutfak, depo, tayfaların hamakları, yiyeceklerden farelere kadar canlandırılan gerçek bir zaman. Ve elbette ki en güzel manzarası ile kaptan köşkü. Hemen karşısında tüm ışıltısı ile The Royal Barge.  Şimdi müzenin içi oda oda kaybolana kadar gezilmeli. Tablolar, fotoğraflar, gemilere ait akla gelen tüm malzemeler, geçmişten günümüze pusular, modeller, bir konteynerin yolculuğunu anlatan sanal gerçeklik odası, oyun alanları, deniz canlıları, atlaslar, kitaplar ve içine girebildiğimiz balina maketi ile denize ait her şey...    Bilekliklerimizin üzerindeki barkodu okutarak kullandığımız emanet kasaları ile konuşan tablolar ve fotoğraflar bu müzenin kattığı yenilikler bize.


Eğlenceli müze gezimizden sonra, günü tekne turuyla taçlandırmalı. Yaklaşık bir saat süren önce ana nehir Eye ve ardından kanallar ile bizi büyülen kenti, suyun üzerinden seyir. Denizin yaklaşık altı metre altında kalan, kanallarda gezinmek de enteresan. Her biri ayrı güzellikte köprüleri ve kanal kenarlarına sıralanan omuz omuza vermiş muhteşem evler ile her anı süsleyen şehir. Çoğu insan küçüklü büyüklü tekneleri ve neşeli arkadaşları ile gördüğümüz kadarıyla kanal pikniğinde.


Sıra en beklenmedik yerde en beklenmedik şekilde olmak. Amacımız Oude Kerk’i görmeti, oysa birden kendimizi Red Light District’te buluverdik. Neyse ki, bu dar sokakta kalabalığın içine dalıp, arasından geçip gidiveriyoruz çoluk çocuk. Bu arada kapalı bulduğumuz kiliseyi dışından görmekle yetineceğiz bugün.

Günü kızımızın şehirde gezerken tramvaylar, otobüsler, araçlar, patenliler ve bisikletliler arasında koşuştururken, bitap düşmüş şekilde söylediği bir sözle noktalıyoruz; ‘Çarpılacak ne çok şey var!’

Daha çok zamana ihtiyacımız var diye daha da bi erkenciyiz bugün. Kahvaltıda zor yer bulduk desem yeridir ancak kalabalığa rağmen hiçbir rahatsızlık duymadık ve ardından gözümüzü Van Gogh Müzesinde açtık. Tramvayda ismini öyle hoş söylüyorlardı ki gelmesek olmazdı hani. Monet dâhil birçok ünlü ressamın da eserlerini barındıran bu üç katlı bina dünyadaki en geniş Van Gogh eserlerine sahip. Doğumundan ölümüne kadar fotoğrafları, Hollanda ve Paris dönemleri, çalışma koleksiyonu ve çizimleri ile ressamın hayatının kısa bir geçit töreni sanki. Arles’teki yatak odası, günebakanlı vazo, buğday tarlasındaki kargalar, Pieta ve elbette farklı yaşlardaki kendi portrelerini birebir görmek heyecan verici. Zihinsel ıstırabı da, kardeşi Theo’ya yazdığı mektupların yanı sıra yansımış tablolarına. Kibirli aristokrat gözlerden çok, yoksul işçilerin yürekleri dağlayan bakışları var eserlerinde. Hayata tutunuşu yüreğindeki merhamet ve insan sevgisinin, adaletsiz yaşama yenik düşmesiyle son buluyor müzenin en üst katındaki genç yaşıyla. Kendini imza aramaksızın tanınan eserleriyle anlatmaktan başka yolu olmaması nedeniyle resme aşık bence.

 


Binanın orta katında duvara yerleştirilmiş fotoğrafıyla resim çekilmek için sıradayız. Ardından hemen ek binadaki Eski Paris’ i anlatan modern ve klasik eserlerin, gazete, dergi ve reklam günlüklerinin, ayrıca Moulin Rouge’daki kabare hayatını yansıtan afişlerin olduğu ‘Prints in Paris 1900’ isimli özel sergiyi de gezip çıkıyoruz dışarı. Yanı başındaki Albert Heijin marketten, kremalı puding ile enerji yüklüyoruz sıradaki müze için kendimize. Bu arada kısa bilgi: marketin danışma kısmından aldığınız ürünleri yemek için kaşık-bıçak-çatal birleşimi olan muhteşem plastikleri ücretsiz alabiliyoruz ki, bu süper!

 


Küveti andıran kanatıyla dikkat çeken ve bir zamanlar bu görüntüsü nedeniyle tepkileri üzerine toplamış olan; Stedelijk Museum’da sıra. Picasso, Cazenne gibi sanatçıların yanı sıra günümüz sanatçılarının da eserlerine sahip koca bir sergi alanı. Enteresan görünümüne yaraşan, geniş camlı girişinin ardında sergilenen, modern sanat ve tasarıma ait garip bir yer. Nerde başlayıp, nerede bittiğini anlayamadığımız bütünlükte. Ed van der Elsken’in ‘Camera in Love’ sergisi ve çocukların eğitmenler eşliğinde deneyler yaptığı keyifli bölümlerden elde ettiğimiz anlamın çok daha ötesinde olmalı.   İlginç tablolar, heykeller,  renkli sandalyeler, boyalı duvarlar, metal kargacık burgacık birleşimler, hatta iplere gelişigüzel atılmış çamaşırlar arasında dolaştık cahilce; ‘Bu da mı sanat?’ diye. Sanatçı burada neyi anlatmak istemiş? Ya da sanatçı bir şey anlatmak istemiş mi? Bilemedik. Düzenlerine biraz karmaşa eklemek istemişler, karmaşık hayatlara sahip olan bizlerin anlamasına dair bir kaygıları olmamalı belki de. 

Kızımızın gün boyu beklediği Diamant Museum’ a girdik sonunda. Elmasın ortaya çıkışı, işlenmesi ve dünyayı ele geçirişini anlatan filmini izleyip, yüzükler, küpeler, gerdanlıklar, taçlarla dolu göz kamaştıran serginin bizce en etkileyici kısmı kafatasına işlenmiş elmaslarla çevrili karanlık aynalı odası.  Van Gogh’un tablosunu da elmaslarla işlemeleri hoş.  Fısıldarken Rihanna’nın şarkısını, bir anda fark ediyorum tek bir elmasımın bile olmadığını… Neyse ki müze bunu da düşünmüş, üzülmeyelim diye ekrandan seçtiğimiz elmaslarla dolu takıları yerleştirip suretimize, fotoğrafını çekip gönderiyoruz e-posta adresimize. Küçücük iki katlı ve sevimli binadan bu kadar.

Sonunda ‘ne zaman?’, ‘ne zaman? ’ deyip durduğumuz “I  Amsterdam” yazısının önündeyiz. Güneşi kaçırmamak lazım desek de buradaki insanları kaçırmak lazım, yazıyı okunacak kadar fotoğraflamak için. I’ın üstüne çıkanlar, e’den sarkanlar, d’nin içine kıvrılanlar arasında, ister istemez bir harf kapma yarışının içerisinde buluyoruz kendimizi. ‘ ya aslında ben bu ‘I’ ya da çıkardım’ derken içimizden birileri arkamızda bırakıyoruz güzel şehrin harflerini.

 

Hadi bakalım Portuguese Synagogue’da sıra. Kudüs’teki Süleyman tapınağının mimarisinden esinlenerek Amsterdam’daki Seferadlar için yapılmış ve 1675 yılında hizmete açılmış. Dikdörtgen biçimli sinagog da geniş ibadet alanı üzerinde, şamdanlarla çevrilmiş kadınlara ait üst katı da mevcut. Girişte erkeklerin kippa takması zorunlu. Huzurdan öte bir tedirginlik var hep içimizde Synagog ziyaretlerinde. Kapıda bekleyen polis araçları ve girişteki süper güvenlik önlemlerinden mi bilmem, hadi hemen görüp gidelim havasındayım nedense. İbadet alanını çevreleyen bahçeye sıralanmış küçük odalarında ise; kitaplar, resim sergileri ve elbette ki kilitli kasalar ve hazine odaları. Çıkıştaki para dolu bağış kutusunu görünce açıkçası gözlerimiz pörtledi. Para parayı çekiyordu değil mi?

‘Bir bilet al dört müze gez’ etkinliğine dâhil olduk Sinagog’a girerken bir kere. Eski Yahudi mahallesinin merkezindeki, fotoğraf, resim, çizim, film ve üç boyutlu gösterilerin, kişisel eşyaların sergilendiği Hollanda’daki yaşamlarını anlatan Joods Historisch Museum’un yanı sıra çocuk müzesi ve içerisindeki Grote Synagoge’u da ziyaret edip, ardından sıralanan ahşap valizlerin üzerindeki yürek dağlayan ufacık yaşları ile National Holocaust Museum, turumuzun sonu. İçeriye girerken camlı bir alanda bekletip ziyaretçileri tek tek kilitli kapıları açarak almaları ve yanı başındaki polis kontrol noktası, soru işaretleri bırakıyor zihnimizde, nispeten ülkeye daha kolay girmişizdir ne bileyim.

 

Acıktık sanırım, vakit kaybetmemek için Fatih Camii’nin hemen yanındaki Domino’s Pizza dayız. (Tekrar burada yemeyiz sanırım). Sonra tramvay, ardından nehirdeki ücretsiz feribotla karşıya geçiş, hızlı adımlarla yürüyüş… EYE film müzesine kapanmadan yetişmek için gösterdiğimiz tüm bu çaba boşuna. Özel bir etkinlik için gün boyu kapalıymış oysa. Biz de atıyoruz kendimizi yanı başındaki çimenlere… Birçok insan gibi güneşin tadını çıkarmalı. Hava kararmadan sokaklarda ve kanalların arasında gezinip Anne Frank House’un önünde bir bankta dinlenme. Bu kadar da yetmez deyip Museumplain’ deki çocuk parkı ve yeşil alan çağırıyor gün batımını izlemek için bizi…

 


Sabah sabah düşüyoruz Amsterdam Arena’nın yollarına. Burada metro biletleri çoğu ülkenin aksine hem binerken hem de inerken okutuluyor nedense. I Amsterdam City Card için çok önemli değildir diye düşünmüştük, ta ki gelip de çıkış güvenlik kapılarını açamayıncaya kadar. Biz karşı tarafa okutmaya çalışıp açmak için cebelleşirken neyse ki hemen biri koşuyor yardımımıza… Dinlenme alanları, müzesi, kütüphanesi, katlı otoparkı, alışveriş merkezleri ile koca bir meydan Arena. Belirlenen saatlerde düzenlenen tur için adımızı yazdırıyoruz görevliye. O vakte kadar Ajax’ın mağazasını geziyor, etrafta kısa bir tur atıp bina içindeki oyun konsolunda futbolla geçiriyoruz zamanı. Saati gelince ziyaretçi kartlarımızı takıp boynumuza, sırayla dolaşıyoruz tüm Arenayı. Hem spor hem de konser gibi birçok etkinlik için kullanılan bu alan, tavanın tamamen kapatılması, yere döşenen çimlerin toplanması, metal tabanların yerleşimi, ekranların ortaya sıralanması ve ardından belirlenen zamanda tekrar futbol için hazırlanması, gece yarısı balkabağına dönüşen araba misali şaşkınlık içinde izliyoruz ekrandan hızlandırılmış filmini. Taşı toprağı altın dedikleri bu olmalı. Her şekilde kazanıyorlar. Çalışıyorlar ve kazanıyorlar daha doğru bir cümle sanki.

 


Kontrol odaları, geçmişe dair fotoğrafların olduğu sergi alanları, duşlar, soyunma kabinleri bekleme odaları,  kişisel eşyalarının yer aldığı isimlerine özel düzenlenen bölgeler ve tabii ki sahanın içi… Ardından basın açıklamasının yapıldığı odada neşeli bir söyleşi. Son olarak kupaların, formaların ve isimlerini ilk kez duyduğum, eşimin ise; ‘vaaay’ diye gezdiği efsane futbolculara ait eşyaların sergisi…

 


Gitmeye değer mi diye düşündüğümüz sonrasında ise gördüğüm en eğlenceli müze unvanına erişen Tropen Museum’dayız. Hollanda Sömürgecilik Enstitüsü için tasarlanmış olan mimarisi de içindeki eserler kadar ilginç anlatmak olmaz görmek gerek dediğimiz bir müze. Eğitim, ekonomi, inanç, aşk, eğlence, özgürlük dahası yaşama ait birçok ilginç ve sıra dışı obje… Zemin katta totem sırıkları selamlıyor bizi, ardından  uzanıp minderlere başlıyoruz tavana bakıp Leyla ile Mecnun’un hikayesini izlemeye.  Birçok kültüre ait kuklalar ve maskeler gülümsetirken yüzümüzü,  yöresel kıyafetler,  eşyalar, inançlara ait ilginç nesneler arasında kaybediyoruz kendimizi. Müzik ise yaşamın her anında… Seçtiğiniz enstrümanla önünüzdeki deneme alanlarına vurarak yapıyoruz kendi müziğimizi. Ufak bir ekran, fotoğrafını çek ve burayla eşleştirip e-mail adresine gönder işte bu kadar. Kitaplar, kehanetler, koklayabileceğimiz baharatlar, doldurulmuş egzotik hayvanlar, canlı mı diye yaklaştığımız birbirinden güzel balmumu heykeller, kültürel kıyafetler, Asya, Afrika, Latin Amerika, Karayipler, daha neler neler…  Halep için fotoğraflarla oluşturulan sergisi de dünyaya duyurmaya çalışıyor acının sesini.  Gördüğüm en güzel müzesin sen.

 

Küçücük Hortus Botanicus da ilginç bitkilerin arasında hızlı adımlarla bir tur, ardından müze olan Rembrandt’ın evi… Kırmızı-yeşil panjurları, zemine döşenmiş siyah- beyaz karoları, kimi yüksek kimi alçak tavanları, daracık dönen merdiveni, ahşap oymalı dolapları, sandalyeleri, dondurulmuş hayvan figürleri, asla burada yatamam dedirten dolap içine girermiş gibi ihtişamlı yatakları, küçüklü büyüklü pencereleri ile eserler olmadan da, bu ev bir müze. Onca tablo, heykel, karalamalar, çizimler, taslaklar hepsi burada. Çalışma odası ise en güzeli; fırçalar, paletler, boyalar, tuvaller ve ressamın renkleri nasıl hazırlayıp kullandığına dair nazik bir hanımefendiden eğlenceli küçük bir gösteri…

 


Şansımızı daha önce kapalı olan iki kilisede tekrar deniyoruz. Oude Kerk özel bir sergi için kapalıymış, Nieuwe Kerk’e ise henüz kapanırken rica edip,  görevlinin iyi niyetiyle girebiliyoruz. Zamanında artan nüfusa yetmediği gerekçesiyle kurulan bu yeni kilise, zamanımızda ibadet alanı olarak değil de sergi alanı olarak kullanılmakta. Etrafa göz attığımızda; mermer ve ahşap kabartmalarla süslenmiş tavana uzanan orgun, Hollanda Kontu IV. William’ın da içinde olduğu vitray pencerelerin, ünlü Hollandalı Amiral Michiel de Ruyter anıtının, etkileyici kürsüsünün yanı sıra, fotoğraflar ve resimlerle donatılmış özel bir sergi alanı. Kilise kabındaki küçük bir müze adeta.

 


 

Koştura koştura, dış görünüşü ile uzay çağını andıran EYE Film müzesinde sıra. Sinema salonları ve restoranı ile girişte sanki ‘şık bir davete gelmişiz’, ya da ‘yanlış bir yere gelmişiz’ hissi uyandıran bu alanın ardında dünden bugüne sinema… İlk objektifler, baştan sona film makineleri, neyin nasıl çekildiğinin izleri. Nerede ne var acaba dediğimiz farklı geçiş alanları ile karşımıza çıkan mini kabinlerde kişiye özel mini film alanları ilginç bir deneyim. Kendi filmini çekip maille gönderebileceğin yeşil ekranı ya da oluşturabileceğin flipbook ile de, kısa süreli ama eğlenceli bir müze.


Vaktimiz varken, iyi ki var dediğimiz, bizi her yere ulaştıran; Central Station’a uğrayıp, ertesi gün havaalanı gidişi için bilet almayı ihmal etmemeli. Kısa hoş bir muhabbet, ne kadar huzurlu ve mutlu yaşadığına dair ipuçları ve biletlerimiz ile veda ediyoruz, gişede görevli Kayserili personele.

            Son günümüzü ilk eve ayırdık. No.34 Amsterdam’ın bugüne kadar kalan en eski evi. Rahibelerin barındığı ve karşılığında hasta bakımı ve yoksulların eğitimini üstlendikleri, kiliselerin de bulunduğu, sevimli evlerle çevrili, dingin ağaçlık alan Begijnhof’ta sessizliği korumak adına çıt çıkarmıyoruz deyim yerindeyse. Ortaçağda kurulan tek iç avlu olması bir yana, dairesel kanallardan oluşan şehrin en iç kanalında. Hala bekâr kadınların yaşadığı bu alanda huzuru korumak amaçlı, binalara girişin olduğu yolu kullanmamaları için bariyerle kapatmışlar ziyaretçilere. Biz de girdiğimiz gibi diğer kapıdan çıkıyoruz sessizce.


Şimdi ise son güne bıraktığımız hatıralık eşya alışverişi için koştura koştura gidiyoruz çiçek pazarına, dilimizde MFÖ’nün sarı laleler şarkısı ile. Neyse ki peynirlerimizi sabah marketten alıp çoktan yerleştirmiştik valizlerimize. Kanal kenarına sırtlarını vermiş yan yana ön duvarları açık laleler ve hediyelik eşyalar dolu olan minik minik dükkânlar. Bilinenin aksine Türkçe konuşmaları, Red Light District’ten çok burada duyuyoruz. Anahtarlık, laleli ahşap tablo, olmazsa olmaz magnet süs ve birkaç şeyi daha koyup çantamıza zamanımız dolmadan yetişmeli otelimize.

 


 Eşyaları alıp Zuid’e kadar tramvay ile oradan da trenle hava alanına gitmeye çalışırken bir an Schipol gidişi iki kapı arasında kararsız kalıyoruz. Neyse ki nazik bir bayan ‘size yardım edebilir miyim?’ diye koşuyor imdadımıza. Sanki kimsenin umurunda değilmişsiniz gibi rahat rahat gezerken şehirde, hem burada hem de daha önce Arena girişinde, her nasılsa ihtiyacımız olduğunu anlayıp bize daha talep etmeden karşılıksız yardımcı olmaları, insan olmanın dili, dini, rengi olmadığı gerçeğini anlatıyor bize. Sonsuz teşekkürler insan olabilenlere… 

Neyse ki artık uçağın içindeyiz deyip erken sevinmemeli, tam elli dakika geç kalan yolcuları bir uçağın içinde beklemek ne kadar güzel olabilir ki?

Her şeyi içinde barındıran minik şehir Amsterdam; öyle özgür, öyle eğlenceli, öyle rahat, öyle canlısın ki; seni tekrar görebilmek, renklerinde kaybolup kendimizi yeniden bulabilmek için bekliyoruz gelecek güzel günleri.   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder