24 Ağustos 2023 Perşembe

Ah Prag Card Ah

 


Orta Avrupa Temmuz sıcağı için paha biçilmez iklimde diye düşünüp çeviriyoruz rotamızı göğü kuleleriyle yaran şehre. Bir önceki seyahatimizdeki gibi otoparkçı(!) stresi yaşamamak için kat be kat fazla para ödesek de aracımızı havalimanı otoparkına bırakıyoruz huzur içinde. Tam vaktinde kalkan uçak şaşırtırken bizi, hiç gurbetçi yolcu olmaması çekiyor dikkatimizi. Yaklaşık iki buçuk saatlik yolculuğun ardından daha çok alışveriş merkezini andıran şimdiye kadar gördüğümüz en güzel hava alanı Vaclav Havel’deyiz. Buradan çıkmadan gezimizin dört günü için planladığımız Prag Card’ları turizm danışmadan alıyoruz. Yarından itibaren başlatacağız ve sadece bugün otele ulaşmak için 90 dakikalık toplu taşıma biletleri de almayı unutmuyoruz elbette. Pragcard içinde çipi olan ve arkasına görevlinin kalemle tarih ve isimlerimizi yazdıkları bir sistem. Diğer ülkelerden biraz farklı ve başlatmak için herhangi bir yere okutmaya gerek yokmuş sistemden kendileri işliyorlarmış, görevli bayanın dediğine göre. Neyse burada ‘görevli bayan’ kısmına bir tırnak işareti koymak istiyorum, bu konuya tekrar döneceğiz diye.

 

İnternet araştırmaları ve dostumuz google maps’in yön göstericiliği sayesinde önce otobüs sonra metro ile beş dakika da yürüyerek İbis oteldeyiz nihayet. Gelir gelmez karşılayan yağmurun önünde saygıyla eğiliyor ve yaklaşık bir saat odada dinleniyoruz. Bir yağmur bir güneş. Ardından hemen dışarıdayız elbet. Yakınlardaki Tesco marketten ne olur ne olmaz deyip ihtiyaçlarımız için alışverişteyiz. Noodle bugün bize yeterli, ‘acaba hangisi su ki?’ diye uzun uzun bakındıktan sonra sanki bu gibi diye uzanıyoruz yeşil yapraklı olana. Hepsi renkli, sadece bu şeffaftı, ama tam su değil gibi ve sonra anladık ki tam su diye bir şeyle karşılaşamayacağız bu şehirde. Eşyalar odaya biz sokaklara.

 Yürüyüşle şehri ilk günün batımında şöyle bir tanımalı. Birden öyle heyecanlanıyorum ki, Cillian Murphy ve Jamie Dornan’ın başrollerini oynadığı, tarihi benim gibi daha çok filmlerden öğrenenler için etkileyici ‘Anthropoid’ filmi ile zihnime kazınan Aziz Kyrillos ve Aziz Methodios Kilisesinin önünde buluyoruz kendimizi. Çek direnişçilerin mücadeleleri geliyor gözlerimin önüne, Alman silahlarının mermi izleri ise hala duvarların üzerinde. 

Heyecan daha bitmedi; köşeden dans ederek karşımıza çıkan  ‘Ginger ve Fred’ binaları tekrar başlayan yağmur için set oluyor üzerimizde. Yeniden güneş ve Vltava kenarı yürüyüş, ardından elbette ki Karluv köprüsü. Sonra küçük küçük dükkânlar ve Barut kulesi… Tamam, Prag’ı da gördük geri dönebiliriz değil tabii ki. Okuduğumuz onca yazıda üç- dört gün biçmişler şehrin birçok güzelliğine. Bakalım nasıl akacak zaman bize…

Hava kararmışken yenice, ilk günün şerefine karşımıza çıkıp para isteyen alkolik amca’dan aldığımız ‘çok dolaşmayın, hadi evinize’ mesajını alıyoruz dikkate.  Gözlerimizi kapatıyoruz ertesi sabaha açmak için Prag’a. 

 Yazmaktan bile keyif duyuyorum ki; en zengin İbis kahvaltısı bu şehirde.  İlk hedefimiz Narodni Muzeum, ancak ana bina tadilatta olduğu için ancak ek binayı gezebileceğiz. Restorasyon örtüsüne resim bastıkları için gözlere çirkin inşaat alanı yerine binanın ihtişamlı görüntüsünü sunuyorlar. Bilet gişesi alanını geçtikten sonra bizi karşılayan ve yönlendiren görevli yaklaşık atmış yaşlarındaydı, biraz ileride eşyalarımızı bıraktığımız alandaki görevli yetmiş yaşlarında ve daha ileride müzenin içerisini dolaşırken gördüğümüz görevliler hiç abartmıyorum, seksen yaşların dalardı. İster istemez onları da inceledik hani. İlk girdiğimiz alan Retro sergisi; eski dönem kıyafetler, eşyalar ve müzikler, ardından çocuklar için oluşturulmuş ‘görevli amcanın kafasının götürdüğü kadar interaktif’  bir alan, geçmişten günümüze oyunlar, oyuncaklar.  

Üst katta ise Noah’s Ark; dünyanın dört bir yanından getirilmiş bin bir çeşit doldurulmuş hayvanın tüyler ürperten ilginç sergisi.  Oldukça özenle çalışılmış, şimdiye kadar gördüğümüz en geniş koleksiyon. Açıkçası, ingilizce bilmeyen, oldukça yaşlı, çok da anlayışlı olmayan görevliler ve eşya bıraktığımız bölümde bize verilen kâğıttan numaranın diğer eşinin çantamıza mandalla tutturulup askıya bırakılması ilk başta bize değişik gelse de günler geçtikçe kanıksıyoruz bu durumu.  

Kızımızın ayaklarını acıtıyor ayakkabısı diye; Central Stationda XXX hemen yenisini alıyor babası, gün boyu konuşan ve yürüyen bir çocuk için ayakkabı önemli. Alışveriş merkezleri şehirlerde büyük istasyonlara yerleşmeye başlamış bile. Burası da A’dan Z’ye birçok ihtiyaca cevap veren koca bir alışveriş alanı sanki. 

Sırada The City Of Prague Museum. Prag’ın tarihini ilk çağlardan itibaren anlatan bu müzede, kazı sonucu ortaya çıkarılan tarih öncesi döneme ait eşyalar, dini semboller, kıyafetler ve takıların yanı sıra, iç duvarlarını çevreleyen şehrin geçmişini anlatan muhteşem resimler binanın bir bölümünü oluştururken, bir diğer salonda, Antonin Langweil’in 1834 yılında yaptığı, 20m² lik inanılmaz güzellikteki Prag modeli büyülüyor bizi. Sandıklar, kuklalar, aristokratlara ait resim ve figürler görülmeye değer.


Prag müzesi, her kapının ardında farklı heyecanlar yaşatıyor ziyaretçilerine. Vladimir Boudnik’in şehir duvarlarını kâğıtlara döken sergisi, bir başka kapının ardında ise İlk Çığlık, İlk Ağlama ‘ Prvni krik, Prvni Plac’ isimli 1780-1860 yılları arasında yaşamış ebe Ludmily Kapalinove’nin mesleğine ait notları, kitapları, resimleri ve eşyaları ile eski zamanlara ait hayata ilk tutunuşlar. Öylesine heyecanlı ki…

Daha bitmedi, tam çıkarken fark ediyoruz bodrum katı. Geçmişten gelen bir mutfak görünümünde çocuklar için bir oyun alanı, şehrin geçmişine ait fotoğraflar ve şehrin maketinde bizi gezdiren kısa bir 3D sinema gösterisi. 

Anlaşılır ve bakımlı metro durakları duvarlarında kimi zaman Bohemya’yı anımsatan cam kristalleri, kimi zaman ise parlak taşları sergiliyor. Karlovy durağı da bunlardan biri.  Biz ise buradan dünyanın en büyük atlı heykeli olan tek gözlü Jan Zizka’yı görmeye Zizkov’a. Tırmanıyoruz yemyeşil koca bir parkı. Zirvedeyiz sonunda. Anıtın arkasındaki bina, en az anıt kadar ilginç aslında. Nereden girdik, nereden çıktık, bir yanda kırmızı koltuklarıyla ihtişamlı bir salon çıkarken karşımıza, bir diğer yandan anıt kabir, başka bir yerden ise, ne olduğunu anlayamadığımız birçok gösterge içeren ufacık bir oda. Huzuru buluyoruz, tüm şehri ayaklar altına alan terasında. Burayı burada noktalamak en güzeli.

 

Gün batarken, keyifli sakin bir yemek ve kısa bir dinlenme için İkea’nın yollarına düşüyoruz. Düşüyoruz çünkü metrodan inip, ulaşmak için yollarda harap olurken biz, öğreniyoruz ki istasyon çıkışındaki duraktan her on dakikada bir otobüs geliyormuş kapısına. Yani, kabaca üç otobüs süresi kadar çalışmışız yolu bulmaya. 

Bunca zamandır Amsterdam hariç diğer şehirlerde giremediğimiz sinagogların acısını çıkartmak için Josefov Yahudi Mahallesinde başlıyoruz güne. Dar sokaklar arasındaki Pinkas Sinagog’unun kuyruğundaki bekleyişin ardından, tam girecekken öğreniyoruz ki; binanın dışındaki Turizm danışma bürosundan biletimizi almamız ve beklemeden geçmemiz gerekiyormuş, olduğu için Prag kartımız.  Bunlar niye geri dönüyor ki bakışları içeren yaklaşık beş metrelik kuyruğun yanından geçip yan sokaktaki bürodan biletleri alıp tekrar geri dönüyoruz. Bizce kafa karışıklığı ve zaman kaybına neden olan gereksiz bir uygulama, birçok ülkedeki gibi kartı okut geç, anlamadık ne gerek var bu kadar seremoniye. 

Terezin toplama kampından dönemeyenlerin isimlerinin duvarlara işlendiği, üst katında ise kamptaki çocukların yaptıkları resimlerden ve eşyalarından oluşan küçük bir sergiyi barındıran Pinkas Sinagogu ile başlıyoruz. Bahçesindeki onlarca kişinin üst üste defnedildiği ortaçağda yaşıyormuşuz hissi veren mezarlığı ziyaret edip, geçiyoruz hemen yanı başındaki Klausen Sinagoguna. İbranice el yazmaları, süslü toralar, takvimler ve üst katında bulunan geleneksel bir Yahudi evi sergisinin ardından binayı bir de dışarıdan görelim diyoruz. 

Biraz ileride, muhteşem vitraylar, sanki sinagogda olmazmış gibi gelen tüm duvarı kaplayan org, süslü tonozlar ve etkileyici bir kubbeyle İspanyol Sinagogunu da görmüş olduk. Her köşeye yerleştirilmiş içi dolu bağış kutuları, resimler ve o döneme ait eşyalarla soykırımın anlatılması tüm alanlarda ortak olsa da, buraya fark katan inanmak isteyenler için efsane Golem. 

Bir sürpriz;  Yahudi mahallesinde bir merdivenin duvarına yazılmış şu kelimeler çekiyor birden dikkatimizi; “Irmağının akışına ölürüm Türkiye’m”

 

Hava yağdı yağacak, iki saatlik otobüsle şehir turu için uygun zaman gibi. Eski şehir meydanında ‘Martin Tour’dan ancak bir saat sonrası için yer bulabiliyoruz. Bu bir saati ara sokaklarda ve minik dükkânlarda değerlendirmeli, Harry Potter’ın balmumu ile fotoğraf çekilmeden, enfes Belçika çikolatası dükkânlarının kokusunu ise içimize çekmeden olmaz tabi. Kısa bir meyve kokteyli molası ardından başlıyoruz turlamaya masalsı şehri.  Otobüs bana göre değil diyenler için eski görünümü verilmiş otomobiller, bisikletler, hatta at arabaları da şehrin sokaklarında. 

            

Stare Mesto’daki son işimizi de dönüşte bitirmeli diyoruz ve döne döne çıkıyoruz Barut kulesinin tepesine. Kesinlikle bir de buradan görülmeli şehir. Daracık alanda hayran bakışlar altında seyrederken her köşeden başka güzel görünen şehri zihnimize kazıyoruz bu anın keyfini. 

 


Akşam olmak üzere, otele uğrayıp, hemen ilerisindeki KFC de doyuruyoruz karnımızı, ardından Metronom’a çıkma vakti. Yolu biraz şaşırıp, ağaçlar içerisindeki ıssız yolu takip ederek ulaştığımızda hedefimize, dev metronom arkasında fotoğrafımızı çekip biran önce uzaklaşmak istiyoruz nedense. Biraz tedirgin olduk sanki, buradaki insanlar şehrin gerçek sakinleri olsa gerek. 

Charles köprüsü kucaklıyor yine bizi. Öyle başarılı sokak müzisyenleri var ki, bazı gruplarda ise bir orkestra şefleri eksik sanki. Sanat sokakta, burada yürümek her saatte keyifli, Rudolfium’un önünde ise donup kalmamak mümkün değil seyrederken büyüleyici güzelliğini.   

Palladium AVM ye de uğrayalım derken, kapatmaya gitmişiz sanki, sadece göz gezdirebiliyoruz ancak şöyle bir içerisine. Hava kararmış bile, demek ki otele ufak ufak dönmeli. Üzerinde tarih ve isimlerimiz yazılı olduğu ve toplu taşıma kullanırken okutmaya gerek kalmayan Prag kartımızı, ilk kez metroya binmeden önce durdurup kontrol ediyor bir görevli. Hatırımdayken yazayım, burada dilenen insanlar Roma da gördüklerimiz gibi saatlerce yere kapaklanıyorlar nedense. 


            Ertesi sabah açılır açılmaz Petrin’e çıkmak için Finiküler sırasında buluyoruz kendimizi. Şu ulaşım aracı ne kadar da heyecan verici. Adamlar nasıl da yapmış bunu yıllar önce demekten alamazken kendimizi, nereden gideceğiz klasik sorusunu “kalabalığı takip et” cevabıyla ulaştırıyoruz çözüme. Karşımızda küçük Eiffel, 100 yıllık gözlem kulesi. Döne döne tırmanırken tepesine, insan trafiği içerisinde bakmaya çalışıyoruz şehrin etkileyici görüntüsüne.  Şehir buradan daha bir yeşil sanki. 

 

            Yanda aynalarla donatılmış şato, biraz gülmek iyi geliyor bize.  Açlık duvarını da içinde barındıran yemyeşil park dinlenme için harika. 

Koca teleskoplar, ayak izi, kara delik maketi, taşlar, uzay gemisinde gezinti videoları ve daha birçok astronomi aletiyle gözlemevi de ilginç bir deneyim bizlere.

Rotamızı uzaktaki kale Vysehrad’a çeviriyoruz. Harika bir kapı ve ardında muhteşem güzellikteki yeşillik. Dahası da var, çepeçevre nazlı akan Vltava manzarası, küçük küçük sergi alanları ve azametli kilisesi. Ama en etkileyicisi şüphesiz; birçok mühim şahsiyetin defnedildiği sanat eseri sayılabilecek anıtları ve süsleriyle Prag mezarlığı.

Buraya kadar gelmişken Karel Köprüsünün orijinal heykellerinin saklandığı kale duvarı altındaki yaklaşık 13 m derinlikteki tüneli de görmeli. Sıradaki tur için adımızı yazdırıp, dışarıdaki yeşillik alanda bekliyoruz zamanın gelmesini.  Bir aksilik benim Prag Kartımı sistem okumadı, ama görevli yine de yazıyor listeye ismimi. Önce eski şehre dair kısa bir film, ardından loş ışıkla aydınlatılmış buz gibi bir tünelden geçiyoruz, sonunda heykellerin yer aldığı geniş bir avlu. Yaklaşık bir saat süren etkileyici turun ardından tekrar kavuşuyoruz içimizi ısıtan güneşe.    

Vltava’nın kenarındayken hazır, bakarak yazdığım halde doğru olduğundan emin olmadığım ismi ; ‘Podskalska Celnice na Vytoni’ olan nehir taşımacılığı, sallar, gemi yapımı ile ilgili geçmişin izlerini sergileyen ufacık müzeyi ziyaret ediyoruz. Bir maket salın üzerine binerek ekrandan nehri geçmeye çalışmak çocuklar için eğlenceli. Kural hiç değişmedi; müzelerde karşılaştığımız tüm görevliler; çok da sevimli olmayan dedeler ve nineler. 

Exchange office için öyle tembihler okumuşuz ki, en güvenli diye adı geçen Abraham’ı bulunca teyit ettirip hemen bozduruyoruz paramızı. Kredi kartı, kredi kartı nereye kadar? Bu arada Hint turist sayısı, çekik gözlüleri geçmek üzere, memleketimden ise en az insanı burada gördüm desem yeridir. Onca güzelin arasında ilgi çekici olmak çok keyifli, elbette ki bunun nedeni başörtüm olamaz değil mi?

Sıra ilk gün yağmurda altına sığındığımız ama fotoğraf karesine sığdıramadığımız ‘Ginger ve Fred’ de.  Güneşin altında birbirlerine aşkla sarılmış dans ederlerken izlemek onları tam anlamıyla heyecan verici. 

Cerny Most tarafındaki İkea’yı akşam yemeğimiz için belirliyoruz. Metro istasyonunun hemen yanındaki otobüs duraklarından her on dakikada bir gelen İkea otobüsleri ulaşım için büyük kolaylık. Kısa bir not; diğerinin menüleri daha lezzetliydi. 

Son büyük günümüzü Prag Kalesine ayırıyoruz. Tramvaydan iner inmez kalabalığı takip ediyor ve polis kontrol noktasındaki insan gölünün içinde bekliyoruz akmayı. Detaylı bir arama ve ardından işte içerideyiz diye erken sevinmişiz ki anlıyoruz çok yakında. Katedralin önündeki sıra biraz azalsın, biz şu barut kulesine bakalım derken görevli - şu saçma adetleri- önce gidip ilerideki Turizm danışmadan Prag kartınızı okutup biletinizi alın uyarısında bulunuyor. Geçerken iyi ki şu sırada değilmişiz diye iç geçirsek de daha beteri bekliyormuş bizi.  Sanırım bu kale lanetli. Çok sevgili Pragcard eşimin ve kızımın kartını onaylarken, benim kartımda aktif değil uyarısı veriyor. Yakınlardaki diğer turizm danışmada da aynı uyarıyı verince, çözüm olarak bizi  bileti satın aldığımız noktaya; hava alanına yönlendiriyorlar. Kaybolan günün en verimli iki saatine mi yanalım, yoksa havaalanına kadar gitmişken sistemdeki sorunu gideremeyip, kartınız çalışıyor diyerek, elimize komik bir kâğıda not düştükleri kalede görevli Mr. Bilmem kimi bulun yazısına mı bilemedik.  Dahası, bizi o kadar dolandırdıktan sonra, sorun devam ettiği halde, sanki büyük bir lütufmuş gibi ücretsiz bileti çıkarabildiklerini görmek; – madem bunu yapabiliyordunuz neden şehrin bir ucuna bizi yolladınız- cümlesinin argo kelimelerle anlatımını hak etmiyor değil. Ayrıca var olan ama kartı veren ofisin varlığını kabul etmediği sorun, girdiğimiz her müzede süregeldi. Sevgili Prag; kusura bakma ama bu işte sınıfta kaldın. 

Nerede kalmıştık; sonunda biletler elimizde; sırayı tamamladık ve kafalar bir milyon halde Aziz Vitus Katedrali’nin içindeyiz. Eminim ki aslında çok daha güzel, daha keyifli ve daha heyecan vericisindir. Ne yazık ki biz bu hislere ulaşabilecek hormonlarımızı son üç saatte tükettik. Aklımda kalan renkli vitrayların, dar ve yüksek kubben ve zengin süslemelerin. 

 

Kraliyet sarayına geldiğimizde biraz dağıtmıştık üzerimizdeki şaşkın bunalımı. Ancak çok daha hızlı gezmeliyiz, kaybolan üç saatimizi telafi edebilmek için.  Gözümüzde dans eden kraliyet eşrafının canlandığı etkileyici büyüklükteki salonu, dar merdivenlerini çıkarak ulaştığımız üst katındaki armalarla süslü odası, minik kütüphanesi, Çekik gözlü delegasyonu önce gezdirip onları korumak adına bizi dakikalarca kapının dışında beklettikleri, şehrin muhteşem manzarasına sahip balkonu ile görülmeye değer.  

Resimleri, heykelleri ve bünyesinde barındırdığı onca sanat eseri ile, tarihlerini muhafaza eden Bohemya’daki ilk manastır Aziz George. Alçak tavanlı, birbiri ardına sıralanmış odaları zengin bir koleksiyonu barındırıyor bünyesine. 

 

Sınırlar içerisindeki en eğlenceli alana adım adım yaklaşıyoruz. İsmini 17.yy da yaşayan kuyumculardan alan, bu daracık Altın Yol’da kale muhafızları için yapılan parlak renkli ufacık evler sıralanıyor. Dışı kadar her birinin içi de ilgi çekici. İşkence aletleri, şövalye zırhları, döneme ait okul süslemesi gibi boyunlukları olan kıyafetleri, silahlar, yaşanmış halleriyle eczacı, terzi, aşçı olduğu anlaşılan zanaatkârların, hatta Kafka’nın da bir dönem 22 numarada kaldığı söylenen ufacık evleri ve sonunda; keşke bize Pragcard’ı satan, sorunu kabul etmeyip bir saate yakın beklettikten sonra hala çözüm üretemeyen şu turizm danışmadaki kızı buraya kapatsaydık dediğimiz Dalibor Kulesi. Çok ayıp. Bu kule bilinen hapishanelerden öte ortasında kuyusu, tepesinde mahkûmu asmak için metal kafesi hatta içi çivili insan kalıbı ve akla gelemeyecek diğer işkence aletleri ile tüyler ürpertici.

Burada çekilen filmlerin afişleri, eski film kutuları ve sinema makinesi ile süslenmiş bir odada gerçek dünyaya yumuşak bir geçiş yaparak büyüleyici şehir manzarasına sahip terasından çıkarak bu alanı da bitirmiş oluyoruz. Biraz durup soluklanmak, manzaranın tadına varmak isterdik ama bu şehirde çoğu müze erken kapatıyor kapılarını.  


Sgraffito desenleri ile uzaktan taş kabartma gibi görünen düz duvarlarıyla dikkati çeken Schwarzenberg Sarayına yetişiyoruz koşa koşa. Çift taraflı sergi salonları diğeri de hemen yanında olan Salm Sarayı; devasa tablolar, müthiş renkler, insanın gözünün içine bakan portreler, onca figürü içine sığdırmış küçücük şaheserler, silahlar, zırhlar, üniformalar ve geçerken açık kapısından göz ucuyla baktığımız çocuklar için oluşturulmuş eğlenceli eğitim salonu ile serin ve ferah. Çıkınca unutmamalı elbette fotoğraf çekilmeyi. 


Hemen karşıdaki Stenberg Palace ile sonlandırıyoruz saraylar turumuzu. İlginçtir ki girişte vestiyere bırakırken eşyalarımızı( aynı mandallı- kâğıt yöntemi ile elbette) cüzi bir miktar para da talep ediliyor.  Avlusundaki avını sabitleyen aslan heykeli, içerisindeki dini objeler, altarlar, resimler ve heykeller bugünün son sanat eserleri bizim için diye düşünürken yanıldığımızı anlıyoruz kalenin merdivenlerinden inerken. Sanat sokakta bu şehirde. Kemanı ve ona eşlik eden sesiyle hayran bırakıyor bizi genç bir bayan kendisine. 

 

Otelden kısa bir geçişin ardından niyetimiz Kafka’nın bulunduğu mezarlığı bulmak olsa da akşamın alaca karanlığında, Bebeklerin bile tırmanabildiği TV kulesinin altındayken mezarlıkların girişinin kapalı olabileceğini anlıyoruz. 


 Bugünün son tadı da marketten aldığımız meşhur tatlıları Medovik’i. Olsa da yesem diyorum şimdi yazarken.

 


Öyle çok işimiz var ki daha son günün sabahına uyanırken. Güneşi yakalamışken Karel köprüsünde fotoğraf çekiliyoruz hemen, yanı başındaki kilitlerin asıldığı metal korkuluklardan da manzara muhteşem.  Koşa koşa Astronomik saatin saat başı geçişini izlemede. Meydan dolmuş sabahın bu saatinde. İşte Tredenlik; sonunda tadıyoruz seni de. En mühimi hatıralık eşyalarımızı ve bizdeki bonibon Lentilky şekerlerinden alıyoruz, pazar yeri gibi kurulan tek çatı altında toplanmış sokak arasındaki sevimli Havelske Trziste’den.

 Otele dön, eşyaları al, çıkış yapıp koş metroya. O da ne; biz yetişemeden babamız binip metroya el sallıyor bize. Hiç mümkün mü kapanan kapıların açılması.  Yıllardır korktuğum şey başıma geldi sonunda. Öyle panik oldum ki; önceden sözleştiğimiz acil eylem planına göre bir durak sonra buluşmalıydık kaçırırsak birbirimizi. ‘acaba plana uymaz da sonraki aktarma durağında mı bekler bizi acaba’ diye korku içinde düşünürken görüyorum camdan bir sonraki durakta beklediğini bizi. Öyle mutlu oluyorum ki, neredeyse ilk kez onu görüp işte bu benim eşim dediğim zaman gibi. 

Billa marketin de içinde bulunduğu sanki bir alışveriş merkezindeymişiz hissini veren Vaclav Hawel hava alanının büyüsü bozuluyor kapıya yaklaşınca. Ben böyle bir güvenlik önlemi görmedim ömrümde. Çantalar geçiriliyor, tabletler içinden çıkarılıyor, ayakkabılar çıkarılıp çoraplar elle kontrol ediliyor, o da yetmiyor başörtülü bayanlar kabine alınıp örtüleri çıkartılıp kontrol ediliyor, dahası ne olduğunu anlayamadığım küçük bir kâğıt ellere sürülüp bir cihazın içine sokularak okutuluyor.  Anlaşılan yalnızca ben değil tüm yolcular şokta. Bu dağılan eşyaları toplama, soyunma ve giyinme karmaşasının ardından hepimiz sanki birliğine yeni teslim olmuş askerler gibiydik. Şaşkın ve sus pus.  Neyse ki uçuyoruz sonunda…

Tarihi binaların, köprülerin ve eski mezarlıklarınla yüzyıllardır ayaktayım diyorsun bize onca duyguyu yaşatırken Prag.  Özleyeceğiz seni... 







 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder