Sıcak günler bitmemişken henüz sonbaharın ikinci haftasında yol alıyoruz Ankara’ya. Bir gecelik konaklamanın ardından erken saatlerde Esenboğa Havalimanı’nın ıssızlığı karşısında şaşkınız. Sıra olmaması, işlemlerin hızlılığı konusunda sevinsek de, koca binanın kapanan dükkânları ve başkente yakışmayan yolcu sayısı biraz acıtıyor canımızı. Çıkmadan şans eseri döviz bürosundan aldığımız Grivna’lar cebimizde ve biz öğle saatlerinde ufacık hava alanıyla, Dinyaper nehri kıyısına kurulmuş ev; Kiev’deyiz. Okuyup ta gelmiştik bizden öncekileri ve aklımızdaki yazılarıyla hemen çıkıştaki taksinin yarı fiyatına anlaşıyoruz, otoparkı aşıp yol kenarında duranla.
Çok sayıdaki
araç ve sıkışık trafiğin ardından şehir merkezindeki Hotel İbis buradaki
evimiz. Çaylarımızı içip yakınlardaki Silpo marketten yapıyoruz alışverişimizi.
Ardından başlıyoruz, Ukrayna’nın Dünya edebiyatında da yer alan en önemli
şairinin adı Taras Shevchenko Bulvarında yürümeye. Kiev; yokuşlar ve inişler
şehri. Besarababsky pazarının karşısındaki, iki katlı, rengârenk vitrinli
meşhur şekerlemecileri Roshen’den, dönüş yapıyoruz sonunda hayalimizdeki
Ukraynalıları görebildiğimiz Khreschatyk caddesine. Devlet binalarının yanı
sıra, dünyaca ünlü markalara, cafelere ve restoranlara da ev sahipliği yapan bu
geniş bakımlı cadde turistler kadar yerli halkın da uğrak noktası olmalı.
Yüzümüzü güneşe verip otururken banklarında, cadde mi daha güzel gelip geçen
insanları mı diye karı koca olarak tartışmadan edemiyoruz hani.
Winter on fire; belgeseli ile yakın tarihteki bağımsızlık mücadelelerini içimize işleyen, hep içinde bulunmayı tasavvur ettiğimiz Maidan Nezalezhnosti, caddenin sonunda karşımızda. Mumların, çiçeklerin, fotoğrafların ve anıların arasında acıların yaşadığını hissetmek, bu özgürlüğe uzanan meydanda… Nedense hep tedirginiz sokaklarında gezerken bu şehrin, keşke bu bağımsızlık meydanı da kirlenmeseydi fotoğraf çekenlere musallat olan insanlarıyla.
Beyaz duvarları yeşil ve sarı kubbeleriyle süslenmiş koca bir parkın ortasındaki Aziz Sofya Katedrali’nin ardından, sanki haksızlık yapılmış gibi sokak arasındaki küçük yeşilliğe sıkıştırılan şehre girişin Altın Kapısı’na. Yürürken gördüğümüz parlak güneşin altında plastik yağmur botlarıyla gezen şık hanımları kınamamalıymışız, başımıza geleceklerden habersizken biz. Canlı müzik, küçük bir park, boş bulabildiğimiz bir bank ve arkada Altın Kapı işte günün en mutlu anı olmalı derken, sanatçının gitarı apar topar toplamasını ve üç saniyede ortadan kaybolan insanları anlıyoruz sonunda; aniden kovadan boşalırcasına yağan yağmurun altında. Hemen bir balkonun altına sığınıyoruz metrekareye düşen on insanla bir. Belki de yarım saatten fazla beklemişizdir. Cesaretimizi toplayıp bir ara, hız kesen yağmur altında çıkıyoruz yola, bata çıka, bulduğumuz mağazalara sığına sığına. Dereye düşmüş halimizle döndüğümüzde, otelin banyosundaki yerden ısıtma sisteminin mantığını çözmüş bulunuyoruz, ekstra battaniyeleri isteyip bize serin gelen odalarında kuruyup ısınmaya çalışmak bugünkü son görevimiz.
Güne güzel
başlıyoruz bu kahvaltı ile derken, üşütüp karnı guruldayan kızımıza göre planı
biraz değiştirmeliyiz. Yakın çevre ve her an onu bıraktığımız odaya geri
dönebilme ihtimalleri dâhilinde ilk durağımız, merkez tren
istasyonu(Pasazhyrskyi). Yapımı 1870 yılında tamamlanmış iki katlı bu bina yakın
mesafelerin yanı sıra uluslararası ve halen capcanlı. Salonun her iki yakasına
açılan renkli camları, muhteşem tavanı ve yukarı dönen merdivenleri ile
muhteşem bir mimari. Demiryollarına uzanan alanındaki küçük dükkânları ve
bekleme salonları her tipten insanıyla şehri yaşayanların özeti. Hemen
çıkıştaki metro istasyonundan alıyoruz bizdeki çay markalarına benzeyen
biletlerinden. Yolun karşısında onlarca taksi, minibüs, işportacı ve ne
yaptığını kestiremediğimiz bizi tedirgin eden insanlar.
İstasyonun
hemen karşısında sağda hatta merdivenleri inince biraz da çukurda, bir
pazaryeri. Sanki birden elli yıl öncesine gidivermişiz gibi. Biraz baharat,
biraz ev eşyası biraz da kıyafet. Ama hepsi kullanım ömrü dolmuş ya da ikinci
el gibi. Çöplere, çamurlara bata çıka uzaklaşıyoruz şehrin içimizi acıtan bu
kısmından. Yolun bir diğer tarafındaki minibüslerle dolu park yerinin ardındaki
Eko marketten kızımız için birkaç şey ile dönüyoruz tekrar onu kontrole.
Mecburiyet caddesi Taras Shevchenko’dan hep birlikte çıkıyoruz yeşilliğin ortasındaki sarı duvarlarıyla, gerçekten öte bir tablo gibi duran St. Volodymyr’s Katedraline. Bir katedrale bu kadar çok ibadete gelen görmemiştim hiç daha önce. Kimi özene bezene, kimi de işinin arasında kısa bir mola verip gelmiş gibi, birçok insan ziyaret etti kaldığımız kısacık sürede.
Buranın yerel
restoranı Puzata Hata otantik tasarımı ile bir diğer köşede. Aklımızda. Bu
uygun fiyatlı güzel yemekleri bir ara değerlendirmeli. Maidan’a ulaşıp,
çıkıyoruz Friendship of Natins Arch’a uzanan merdivenleri. Dinyeper eşliğindeki
muhteşem şehir manzarasına yeşilliğin içerisinden eşlik eden, 1982 de Kiev’in
1500. yıldönümüne adanan bu yapı; silelim-boyayalım, dursun-kaldıralım
tartışmalarının odak noktalarından biri haline gelmiş.
Onların park,
bizimse orman diyebileceğimiz kocaman ağaçlık alanın içinde çok da
uzaklaşmadan, kilitlerinin sökülüp üzerindeki isimlerin zeminine yazıldığı
ilginç, bir o kadar da güzel manzaralı köprüsünden geçiyoruz Mariinsky Park’ a
ulaşmak için. Museum of Water, Marrinsky Palace gibi hoş binaların yanı sıra,
dokunulup dilek tutulan meşhur kurbağa heykeli ve diğer eğlenceli alanların
ardından, sahnede dans çalışması yapan iki genç kızı izlerken soluklanıyoruz bu
keyifli parkta.
Bu
akşamın yemeği şimdilik yerel restoranlarına cesaret edemeyip Mc Donald’s a
kısmet oluyor. Khreschatyk caddesi ve ara sokakları ile otele dönüş
yolunda, panolarda asılı fotoğraflar ve yazılarla vefat edenlerin ilanlarını
görmek bize biraz farklı gelse de, bir şehri tanımaya çalışarak bir günü daha
doya doya yaşadığımızı hissettiriyor bize.
Ertesi sabah
aklımızda 105.5 m ile dünyanın en derin metro istasyonu Arsenalna’ya ulaşmak
için küçük bir yokuşun ardından, Universytet durağından biniyoruz metroya.
Neden bu kadar asık suratlılar buradaki insanlar? Üç durak sonra çıkıyoruz
yerin dibinden desek de karşılaşıyoruz insanlık adına yerin dibi olan bir yer
ile. Holodomor Genocide Museum. Karşıt görüşler nedeniyle insan eliyle oluşturulan
kıtlığın, yaklaşık sekiz milyon insanı ölümle başbaşa bırakmış olmasının acı
anlatımı. Bizi karşılayan genç kız heykelinin var olmayan gözleri acıyı işliyor
yüreğimize. Ardındaki tutsak leylekler ile Ukrayna soykırımını anlatan
dünyadaki tek müze. 1932-1933 gelmesek, görmesek, öğrenemezdik belki de.
Agnieszka Holland’ın filmi Gareth Jones’u daha önceden izleseymişiz keşke…
Kısa bir yürüyüş ve Mağaralar Manastırı olarak da bilinen UNESCO Dünya Mirası listesindeki Kiev Pechersk Lavra’dayız. 170 Grivna’ya Family Ticket alıp dalıyoruz bu mirasa. Azize Sofya Katedrali ile birlikte Ortodoks Hristiyanların Haç merkezlerinden olan bu yapı dinsel olduğu kadar mimari anlamda da etkileyici. Girişte bizi uzun bir avlu ve her iki tarafında açılmış süslü kapılarıyla küçük küçük müzeler karşılıyor. Ortada göğe yükselen bir çan kulesi ve sanırım geçici bir süre sergilenmek için konulmuş hemen önündeki parlak kocaman bir elipsoid yapı. Kuleye çıkmak, minyatür müzesi ve bazı diğer müzeler tabii ki ekstra ücretli. Kulenin altındaki ağaçlarla çevrelenmiş küçük bir oturma alanı, soluklanmak için harika yerlerinden sadece biri.
Kiliselere girişte bayanlar için başörtüsü ve etek zorunlu. Kapının yanında bir görevli size bunu sertçe belirtip hemen temin ediyor. İhtişamlı kapıları süslü yüksek tavanlarının ardında daracık koridorları ile sadece mum ışığı eşliğinde ilerlediğimiz karanlık ve soğuk geçitlerde, bazen camdan bir tabutun içinde, bazen de sarılmış şekliyle belki sadece baş ve elinin biri açıkta kalacak şekilde din adamlarının cesetleri ile kaplı koridorlarda ilerlerken ürpermemek elde değil. Ellerine dokunmak için birbirleri ile yarışan ruhani havaya bürünmüş insanların arasında yolumuzu şaşırsak da, görevlilerin hırçın sesleri kendimize gelip, sadece ibadet edenlerin geçebileceğini öğrendiğimiz dehlizlerden dönüyoruz geri. Ben daha önce böyle bir şey görmedim demek istiyorsanız, burası doğru adreslerden biri.
Koca kompleks yapının içinde, lavraların, kiliselerin, müzelerin ve sergi alanlarının dışında yurtdışında görmeye alışkın olmadığımız alaturka tuvaletler, büfeler, yemek yapılıp satılan küçük mutfaklar ve ağaçların altında oturup dağılmış zihinleri toparlamaya yarayan dinlenme alanları ile yorgunluktan koca bir kutu dondurmayı bitirip kaldığımız yerden devam dediğimiz yaklaşık beş buçuk saatimizi alan bu ilginç yeri geride bırakıp, kafamızdaki onlarca soru işareti ile yürüyoruz Rodina Mat’a doğru.
Çiçeklerle
bezenmiş rengârenk bahçenin arasında Nazilere karşı Sovyet savunmasını tasvir
eden komünizm kokulu devasa karanlık heykellerden oluşan bir geçitten
Dinyaper’i ayaklarının altına alan bir manzaraya konuşlanmış, tankların ve
topların ardında 102 metre yüksekliğindeki paslanmaz çelikten bir heykel. Kızıl
ordu mensubu otuzbeşbin askerin gömülü olduğu Mamayev Kurgan tepesinin üzerinde
yükselen heykelin hemen altında ise 2. Dünya Savaşı Müzesi. Şehri ayaklar
altına alan bu tepede bir süre manzaranın tadını çıkarıp ayrılıyoruz, başka bir
gün tekrar buluşmak üzere.
Ormanın
içindeki bir yol aşağıya doğru çekiyor bizi. Kimi yerde taştan küçük
basamaklar, kimi yerde ağaç kökleri bize basamak keyifli, azıcık da ürpertici
bir yolculuğun ardından karşımıza çıkan minik bir alt geçitle sonunda
kıyısındayız nehrin. Dileklerin ağaçlara asıldığı, çiçeklerin yeşilliklerin
arasında kaybolduğu ve etkileyici duvar resimlerinin kendini gri zeminde
yeterince gösteremediği Dinyaper’in kıyısından yürümek o kadar keyifli ki.
Şehri dört kardeşin kurduklarına inandıkları teknenin üzerinde seyreden
Founders Monument anıtı da bu güzel manzarada fotoğrafçıların talebi altında
burada.
Metronun yer üstüne çıktığı Dinipro istasyonunda son bulan huzurlu yürüyüşümüzün ardından beş durak ötedeki Vokzalna merkez metro istasyonu ile bir karmaşanın içerisindeyiz. Bu hareketli meydanda rayları atlayıp, karnımızı KFC de doyurma derdindeyken ısrarla içeceklerimizi isteyen ve tarifi yerindeyse başımıza musallat olan çocuklar yüzünden kalkıyoruz masamızdan. Meydanın hemen karşısındaki yöresel yemekleri olan restoranı son anda fark ediyoruz, bu seferlik gezmekle yetindik ama içten içe de üzülmedik değil keşke burada huzur içinde yeseydik.
Roshen
den aldığımız lezzetli pasta ile bugünü sonlandırıyoruz odada. Şükürler
olsun ki, kızımızın karın ağrısı geçti ve hiçbir şey kaçırmadan bizimle devam
etti yola.
Karanlık
kapalı, yağmak üzereyim diyen bir sabaha merhaba. Aklımızda yağmurdan kaçarken
tam keşfedemediğimiz şehrin altın kapısı ile çıkıyoruz yola. Binaların arasına
sıkışıp kalmış küçücük parkı, kırmızı tuğlaları, ahşap örgüsü, altın rengi
kubbesi ve etrafını çevreleyen kocaman ağaçları ile bugünkü havanın
müsaadesiyle objektifler önünde. Küçük parkta, küçük bir bankta oturup maden
suyu niyetiyle aldığımız limonlu gazozlarımızı içerken, bir gözümüz nedense hep
yukarıda.
Geçtiğimiz yıllarda 1000. yaşını kutlamış bir yapıyı görmede sıra. Dünya mirasları listesindeki Ayasofya Katedrali. Giriş elbette ki ücretli, hatta giriş kısmındaki kuleye çıkış da ayrı bir ücrete tabi. Önündeki devasa alanda durup dışarıdan izlemesi şimdilik bize kâfi. Her meydanda karşımıza çıkan normalde hareketsiz olması gerektiği halde peşimize takılıveren cansız mankenlerden kaçarken sığınıyoruz karşıdaki St. Michael Altın Kubbeli Katedral’e. Yüksek tavanları, dar koridorları, renkli mozaikleri ve duvarları süsleyen ikonalarıyla birlikte kendi yetmezmiş gibi, rahibin dolaştırdığı tütsü, mırıldandığı dualar, etrafında toplanan insanlarıyla buluveriyoruz kendimizi mistik bir havada. Hatta öyle dalmışız ki gördüklerimiz üzerine konuşmaya, arka kapının yanından dolaşırken karşımıza çıkan fünikülere atladığımızda yukarı çıkmayı beklerken aşağıya inişimizin şaşkınlığı içindeyiz.
Eski liman virane görüntüsü ile karşımızda. Uzun zamandır boş olmalı. Arkasında koca meydanı, önünde muhteşem nehir manzarasıyla, bir süre bu anın tadını çıkarmaya çalışıyoruz. Ardından Podil’in trafiğe kapalı caddesindeyiz. Oldukça geniş ve tek tarafı kafelerle çevrilmiş ve capcanlı. Yağmur atıştırmaya başlamışken yönümüzü Arnavut kaldırımlı, muhteşem güzellikteki ve bakımsız virane duruşlarıyla bir o kadar da hüzünlü evlerin arasından tırmanıyoruz Andriivs'kyi yokuşunu. Aslında iniş diye geçse de yönümüz şimdilik yukarıya doğru. Köşede Aziz Andreas Kilisesi, buradaki birçok kilise gibi yine girişi ücretli. Önünde durup yağmur inmeden bir fotoğraf peşindeyiz ardından uzayıp giden yokuştaki sergileri inceliyoruz. Hepsi birer sanat eseri. Ağaç kabuğuna işlenmiş Kiev’den bir köşe için 900 Grivna ile başlayan pazarlığımız 500 Grivna ile bitiyor. Biz ve resmimiz yokuşu tamamlayıp muhteşem manzaranın eşiğinde ulaşıyoruz bambaşka bir diyara. Heykeller, mozaikler ve birbirinden güzel karakterlerle dolu Park Landscape Alley’deyiz. Bizim için ne kadar güzelse, kızımız için de o kadar harika. Bir ağacın altına sığınıp yağmurun hız kesmesini bekledikten sonra fincandan geçeyim, kedinin ağzına gireyim yok bir de tavşanın dişlerine oturayım derken ne kadar da çok vakit geçirmişiz bu ufacık parkta.
Otele doğru ilerlerken geçtiğimiz yollarda, muhteşem duvar resimleri ve birbirinden güzel mimari yapıdaki evler büyülüyor bizi. Trafik ne kadar karışık olsa da her zaman saygılılar yayalara. Park yerleri yetersiz olmalı ki, her sokağın kenarında sıkışık park edilmiş arabaları. Güvenlik de bizim aklımızda büyük bir soru işareti olarak kaldı. Neden mi? Çoğu evin kapısının dışında ayrı metal çirkin bir kapı ve evin girişinde, şifreli girişle birlikte bizdeki akbile benzeyen bir şeyi takıp açıyorlar kapıyı.
Marketten aldığımız ekmek, peynir, domates ve pasta ile odamızda karnımızı doyurup biraz soluklanıyor ve kalan vaktimizi değerlendirmek için gün batmadan çıkıyoruz dışarı. 1839 da kurulmuş AV Fomin Botanical Garden’ı gezerken ne kadar da kalabalık olduğunu fark ediyoruz bir an, ardından aklımıza Universytet metro istasyonunun parkın içine açılıyor olması geliyor ve bu kalabalığı açıklıyor. Ancak biraz ilerlediğimizde Taras Shevchenko Parkındaki kalabalığı açıklayacak kelime ise keyif olmalı. Canlı müzik, birbirine bakan banklar, kucaklaşan insanlar, derin sohbetler, yüzlerdeki gülümseme ile Kiev’in tüm mutlu insanları burada. Kendimize bir köşe bulup aralarında üniversitenin kırmızı duvarlarında batan güneşin eşliğinde bugünü de bitiriyoruz mutluluk içinde.
Cuma sabahı yola Ar-Rahman camisini bulmak için çıkıyoruz. Yolu öyle sapa ki, tepenin başında. Oldukça lüks yapıdaki evler bile çevre düzenlemelerinin olmayışı nedeniyle bana bak demiyor sanki. Özellikle hastanenin olduğu cadde çok bakımsız, kırık dökük kaldırımlar, her bir yana park etmiş arabalar ve sonunda küçük sanayi benzeri dükkânların arasından tırmanıp yenice kavuşmuşken, önünde fotoğraf çekilmek istediğimize ulaşabilmemiz için, kızgın bir amcanın sert bakışları ve hırçın tavrını yakınlarda bulunan bir ablaya niyetimizi anlattıktan sonra, sayesinde aşıp gerçekleştiriyoruz. Evet bazı fotoğraflar çok değerlidir. Bu da kesinlikle onlardan biri.
Camii aslında külliye şeklinde inşa edilmiş. Yemekhane, yatakhane, oyun parkı, derslik, ve ibadethane olarak büyük bir kompleks. Kiev’in birçok yerinde gördüğümüz alaturka tuvaletler, burada tam tersi klozet şeklinde. Küçük bir şey belki ama nedense dikkatimizi çekti. Bina daha temiz daha bakımlı olabilirdi belki. Yaklaşık bir buçuk saat süren Cuma namazı boyunca yapının aslında tam hakkının verilmediğini düşünsek de, bizce buradaki en güzel eser; kesinlikle her yerde koşuşturan çocuklarıydı.
Dün yağmur nedeniyle tam tadına varamadığımız Alice Harikalar Parkını tekrar görmek var aklımızda. Fotoğraflar için ışık bugün tam da bu terasta. Ne kadar kalsak da burada az bizim kızımıza. Andriivs’kyi inişi bugün daha bir kalabalık güneşin parıltısında. Birbirinden lüks evlerin ve sokak sanatçılarının arasından geçerek karış karış dolaşıyoruz arka sokaklarını Podil’in. Ardından meşhur caddesindeki, meşhur yöresel yemeklerini yapan, meşhur restoranı Puzata Hata’dayız. Birçok kez karşımıza çıkmış olsa da, şimdi cesaret ediyoruz. Tavuk kievski, içi üzümlü, peynirli ve patatesli büyük büyük mantılar, elmalı bir tatlı, mantara benzeyen soslu bir kek ve içeceklerle birlikte fiyatları makul, ortamı rahat, temiz ve leziz bir yerdeyiz.
Gemi turu
için, güneş batmadan son saatlerdeyiz. Bir saatlik ve kişi başı 150 Grivna’lık
bu yolculuk, muhteşem manzaralar sunmasa da birlikte su üstünde süzülmenin
verdiği keyif yaşamaya değer. Karşı adada güneşlenenler, denize girenler, köprü
üstünden atlayanlar, balık tutanlar, kürek çekenler, diğer tarafta ise şehrin
kalabalığı trafiği gürültüsünün ardında gizlenmiş yeşil parkları. Tur bitiminde
parkın içindeki yüzlerce basamağı tırmanarak çıkıyoruz otelimize varmak için
yukarı.
Yeni bir güne daha bu şehirden merhaba. 24 numaralı otobüse yetişmek için olan koşuşturmamızın sonunda kendimizi teselli ediyoruz, boşuna kaçırmamışızdır belki de nakit para geçmiyordur diye. Yeniden Universytet metro istasyonundayız. Arsenalna da inip yürüyoruz daha önce yeterli zaman ayıramadığımız Rodina Mat ve II.Dünya Savaşı’nda Ukrayna Tarihi Müzesi’ne doğru. Yol üzerinde karşımıza çıkan 1979-1989 yıllarında Afganistan’daki savaş sırasında ölen askerler için yapılmış küçük bir parkın içindeki anıt tüm savaşların ortak yüzü; acıyı yansıtıyor.
Elinde kılıcı ve kalkanıyla Anavatan Heykeli tüm haşmeti ile yeniden karşımızda. Bu sefer II.Dünya Savaşı Müzesi için buradayız. Numaralarla ayrılmış tüyler ürperten salonlarında dolaşırken; çocuklar için hazırlanmış kelepçeler, giyotin, darağacı, ufacık bedenlere uygulanan işkence aletleri ve 6 numaralı odada insan derisinden yapılmış eldiven. Yine insandan yapılan sabun ve daha nicesiyle tarifi mümkün olmayacak şekilde acıtıyor ruhumuzu. 14. odada ise; cenaze şöleni için hazırlanmış devasa masa, duvarlardaki yüzler ve müzik de yaşanan vahşetin başka bir dili.
Müzenin üst katı; Rodina Mat’ın amblemli kubbesi ilginç savaş hatıraları ve resimlerle çevrili bir gözlem alanı. Ancak burası manzaraya bakmaktan öte durup dinlenmek, biraz da düşünmek için sakin bir köşe. Bodrum katta ise gardıroplar, lavabolar ve şirin bir kafeteryası ile gerçek dünyaya dönmek için sanki bir geçit alanı. Dondurmalarımızı alıp biraz soluklanıp atıyoruz kendimizi dışarı. Manzara asıl burada, anıtın ayakları altında. Bize de ağaçların gölgesinde uzanıp çimenlere bir zihin yolcuğu yapmak kalıyor geçmişten günümüze.
Artık yol alma zamanı, merdivenlerden Dinyaper’in kenarına ulaştık. Balık tutanlar, piknik yapanlar ve yüzenlerin yanından Podil’e kadar adımladık. Mc Donalds’da açlığımızı giderip yol boyu bulamadığımız geçiş için yayalar için de üzerinde yol bulunan köprü Hvansky Bridge ile kavuşuyoruz sonunda karşı adaya. Köprüden atlayanlar, bisiklet binenler, fotoğraf çekilenler, ince kumu ile nehre girip plaj havasında vakit geçirenlerle o kadar kalabalık ki. Bisiklet kiralama noktaları, restoranları, kafeteryaları, lüks arabaları, burası şehrin başka bir yüzü sanki. Ağaçların arasına karıştığımız zaman karşımıza çıkan birkaç baraka ve başıboş köpek engel oluyor daha da ilerlememize. Biz de bu adayı birkaç fotoğrafını yanımıza alıp kendi keyifli sakinleriyle bırakıyoruz baş başa.
Akşam karanlığı çökmek üzere. Finikülerin yanından sonu görülmez merdivenleri takiple yürürken yukarı karşılaşıyoruz Volodymyr The Great Monument ile. Daha sonra gökyüzünde kaybolan rengi ile St. Michael Altın Kubbeli Katedralini karşımıza alıp bir bankın üzerinde biraz soluklanıyoruz bu şehrin son gecesinde.
16 Eylül
Pazar günü oluvermiş bile. Mutluyken ne kadar da hızlı geçiyor insanın ömrü.
Oteldeki son kahvaltımızın ardından valizlerimizi alıp çıkıyoruz yola. Vakit
dönüş vakti. Otelin önünde her sabah karşılaştığımız taksilerden eser yok
bugün. Biraz aşağıdaki alışveriş merkezinin önünden şansımızı denemeye çalışsak
da çıkmıyor karşımıza. Markete doğru karşıya geçerken Lada marka eski bir
taksiye rastlıyoruz. Şoförü de arabası kadar klasik bir amca. 125 Grivna
gösterince anlaşıyoruz hemen. O da en az bizim kadar mutlu. Araba o kadar eski
ki, çalıştırmak için direksiyonun altından kabloları birbirine dokundurmak
gerekiyor. Ama şoförlüğü muhteşemdi. Hızlıca ulaşıyoruz havaalanına. Uçağımız
ise vaktinden beş dakika önce kalkıyor ve vaktinden yaklaşık yirmi dakika önce
iniyoruz Esenboğa’ya.
Alıştığımız büyük marketler yerine küçük bakkalların, çoğu alışverişimizde pazarlık yapmak zorunda kalan yanın, sakin ve anlayışlı insanların, göz kamaştırıcı Ortodoks yapıların, bahçelerin, parkların, yokuşların ile çok keyifli zamanlar hediye ettin bize. Seni yazdığım günlerde sokaklarında bombalar patlıyor olması burkuyor yüreğimizi. Büyük acıları geçmişte bırakmış, direnişinle zaferi kazanmışsın derken yine feryatlar, figanlar, alevler içindesin. Bahçelerinde çiçeklerin yüzlerinde gülücüklerin olduğu günlerin çok yakında olması duamız.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder